18 Haziran 2009 Perşembe

un kurabiyesi nin hikayesi "yazının bulunuşu"

un kurabiyesinin medeniyeti yarattığını ama yabancı güçlerin onu yıprattığını söylemiştim. gizlerini sadece kendilerinde saklamak istiyorlar bu yabancı güçler. çok adice geliyor kulağınıza hatta kimileriniz 'fak of, oh may god' demeye başladınız, kimileri ise 'hep bu sahiplenememek ve sorumsuzluktan, belediye çalışıyor ama hakkını yemeyelim' dedi, hissettim bunu (mazur görün beni, aracı kurumum ben, evrenin özü olan un kurabiyesi herşeyi hissediyor da nörotransmitterler aracılığıyla yazmaya zorluyor beni, yoksa ben düşüncelerinizi okumak istemem).

neyse efendim. 'tekerleğin icadı - yazının bulunuşu, arada hiç bir şey olmadı mı bu mudur un kurabiyesi hahaha, evrenin özü olmuşsun ama tarih öğrenememişsin' diyebilirsiniz. hayır, işin aslı kesinlikle böyle değil. kavimler göçü ile uzay çağına girdiğimizi ben de biliyorum (at üstünde koştururken ışık hızına yaklaşmıştık, dünyada geçen sürenin farkına varamamışız).

konumuz iyice sapıttı, yanlış yerlere gitti. toparlamak gerekirse, aralarda olan olayları anlatacağım elbette ama öncelikle yazının icadı ile şu an yazılarımızla doldurabildiğimiz onlarca internet sitesini, gazeteyi, dergiyi, blog ları, sözlükleri aslında un kurabiyesine müteşekkir olarak doldurmamız gerektiğini, bir vefa borcu bildim, konuya giriverdim.

un kurabiyesininin tekerlek keşfine yaptığı katkıya ufak bir değinerek başlayalım. un kurabiyesi toplumları barışa ve huzura sevketmişti o dönem. insanlar mutlu mesut yaşıyorlardı. fakat üretim tekelinin yavaş yavaş mezopotamyaya göçen sümerlerin eline geçtiğini gören topluluklar arada savaşmakta, savaşa harcayacakları enerjiyi un kurabiyesi üretmek için gerekli olan mahsülün ekimi biçimi için harcasalar daha çok karda olacaklarını unutmuş, mutlu mesut un kurabiyesi yiyen sümerler e her biri kendi tanrısının ismini ikileyerek saldırmaktaydı. tanrısı olmayanlar ise köyde yolunuz gözleyen sevgilisini anıyor, bu arada toplar patlıyor, düşman akın akın saldırıyor, çöken sis ile birlikte ilahi bir güç.. pardon bu çanakkale savaşındaydı.

sümer devleti o yıllarda mezopotamyaya sonradan yerleşmiş olmasına rağmen yerli halk sayılabilecek kadar mezopotamyada zaman geçirmiş, yerli halkın inançlarına ve kültürüne saygı göstermiş, tek niyetlerinin daha fazla un kurabiyesi yemek olduğunu da belirtmeden geçmemişti. sümerler de az kerata değildi. bütün iyi un kurabiyesi yapıcılara ülkelerini açmışlar, böylece diğer devletlerin kolpa un kurabiyesi yemesine, dolayısıyla da agresifleşmesine yol açmışlardı. gelin görün ki diğer devletlerin tacizlerinden daha önemli bir sorun vardı.

en büyük soruna tekrar derinlemesine baktığımızda aslolanın gerçeğin un kurabiyesi yiyen kişilerin konuşamamasında olduğunu görürüz. un kurabiyesinin damağın her yanına yapışarak hazzını daha uzun süre hissettiren iyi niyetli bir kurabiye olduğu hatırlatmasını da tam bu noktada yapmalıyız.

kimi zaman parolayı soran gece nöbetçilerinin parolayı soramamasından ötürü yenen baskınlar ülkeyi bir kaosa sürüklemek üzereydi. 'nöbetçiler, nöbetçiler' diye bağıramayan prensesler tecavüz kurbanı oluyorlar, kimileri recm ediliyor, kimileri sabahları 'namusun namusumdur, yalnız kurt' gibi saçma sloganların altında ölü bulunuyordu (he diyeceksiniz ki hani yazı bulunmamıştı, ben de hemen cevabı yapıştıracağım. bir oyuncak kurtun altına asılan bir baş örtüsü ile belirtiliyordu bu). ülke un kurabiyesinin haksız dağılımının getirdiği sınıf çatısması ile çalkalanıyordu. dünyanın bütün un kurabiyesi yiyenleri birleşin sloganı bu zamanda ortaya çıkmıştır ki aynı dönemde kraliçe ksanodrop'un televole muhabirine yaptığı 'hehehoy, günlerde un kurabiyesi bulamıyorlarsa oturup birbirlerini yesinler, ne espiritüelim' çıkışı altın günü yapan kadınlarının da bu kaosa eklenmesine sebep oluyordu (bu gereksiz espiritüellik katılmış, günümüze uyarlanmış tarihsel olayları un kurabiyesi zorla yazdırmaktadır).



ülkenin bu şartlar altında daha fazla yaşayamacağı malumdu. bu kaos ortamında bile insanlar birbirleriyle konuşamıyor bu yüzden kimin hangi sınıftan olduğu anlaşılamıyordu. işte bu anda biri son yüz metreye girerken arkalardan yaptığı atakla öne geçti. toplumsal yapıda geride kalmış, aynı zamanda utangaç bir aşık olan zeki idi bu (tekerleği bulan zeki'nin onuncu kuşaktan torunu). ne zaman cesaretini toplayıp çeşme başına gidip huriye'yi görse un kurabiyesi yemekten dolayı onunla konuşamaz, kendi kendine kahır eder, arabesk dinler, depresyona girerdi. artık canına tak ettiği gecelerden birinde taş bir tabletin üstüne 'huriye (kalp) zeki' yazdığında aslında nasıl bir şey yaptığının farkında değildi.



bir sonraki gün huriye'ye bunu gösterdiğinde, huriye ona 'inanılmazsın, şu an ilk çağı kapatıp, orta çağı açtın biliyor musun, evlen benimle' dedi. bunu gören topluluk boş tabletlerin üstüne, aşklarını, hikayelerini yazdı. sınıfsal farkın oluşmasına yol açan 'bizde söz kanundur, yanlış olmaz bizde' düşüncesi yıkıldı. artık her şey tabletlere yazılıyordu.

evet efendim, işte un kurabiyesi sonunda her şeyi tatlıya bağlayacak, üstüne üstlük insanlığa bir gecede aklı bir karış havada zeki tarafından çağ atlattıracak icadı insanoğluna hediye etmiştir. sadece bu bile bize un kurabiyesinin ne kadar kıymetli olduğunu fakat yozlaştırılmış yapım teknikleri sebebiyle yeterince değerinin anlaşılamadığını anlatabilir.

sınıfsal farkların, un kurabiyesi ile yıkıldığı günlerde görüşmek üzere.

çağımız un kurabiyesi çağıdır.

(zeki'nin onuncu kuşaktan torunu zeki de aldı kızı, un kurabiyesinin esra erol ile izdivaç tadında olduğu anlardan, kıymetini bilelim)

17 Haziran 2009 Çarşamba

sadece müzik dinlemek için uzun yola gitme arzusu

başlığa bakıp 'ahaha otur evinde dinle o kadar para harcayacağına, hem pilin biter yolda, loser' diyenleri anlayabiliyorum. bir zamanlar ben de böyle düşünürdüm. hem de henüz yumurtadan yeni çıkmış bir ornitorenk yavrusuna bakan japon kızlar edasıyla.

ama hayır! işin aslı böyle değilmiş. yol müzikleri denen kavramla tanışmamışım henüz. tanışmam ise elime geçen bir cd ile olmuştur. hemen aklınıza müzik cd'si geldi değil mi. kimileri ise 'porno mu lan o, sonra bana da versene' demiş olabilir. her iki görüşün de yanıldığını anlamak için ulema veya ruhban sınıfından olmaya gerek var, evet.

elime geçen cd 18 wheels of steel across america adlı oyunun kompakt diskiydi. tır sürdüğünüz bu oyunda arka fonda çalan müzikler adeta 'durma adamım, yola devam et, polisi boşver, bas dude' der gibiydi. sonsuz bir yol alma tutkusu katıyordu insana. benzin bitti, durdum, cezamı yedim, orası ayrı tabi.



'pis emperyalist, amerika birleşik devletleri karayolları müdürlüğünün yollarına tav olmuşsun sen' diyenleriniz olabilir. tav olduğum nokta kesinlikle bu değildi. inanınki değildi. müzikleri inanılmazdı bu oyunun. şimdi diyeceksiniz ki 'olum o oyun, hem de tır kullanıyorsun onda, senin tırın mı var sanki böyle yazılar yazma girişimine girişiyorsun, hem türkiye yolları böyle mi, ulan ne amelesin he, ekiki'. tırım olmayabilir, hatta bu bana ekstra özellik bile katabilir. böylece tır kullanırken dinlenecek müzikler olan hard rock, heavy metal gibi türlerden de bağımsızlaşmış olurum. hem de tır gibi yükümlülüğü yüksek bir araç kullanmamış olurum. benzin parasından da kurtulmuş olurum hem de. 85 kuruşa sonsuz kere trene, tranvay veya vapura binebilir, kliması çalışmayan metrobüs ile boğazın serin sularını izleyerek 1 saat 15 dakika müzik dinleyebilirim. hem de hiç birinde önümdeki aracın nasıl gittiğine bakmam gerekmez. 'pis komünist, toplu taşımaları övüyorsun, hem de çalışanlarına kölelerin gibi bakıyorsun, hem komünist hem emperyalist hem de topsun olum top' diyenleriniz çıkabilir. ilk iki gerekçeyi anlarım ama son gerekçeyi nerenden çıkardığınızı anlayamam, ayrıca görüşlerinize değer de vermem.

bu arada unutmadan eklemeli, benzin göstergesine de bakmalısınız arada, çünkü biten benzin, tümsekten 65 km/h hızla geçen acayip amortisörlü tırdan çıkan ses gibi, sadece müzik dinlemek için uzun yola gitme arzunuzu 'pıs, pıs, pıs' yaparak söndürebilir, aman dikkat.

neyse efendim. bu kadar sapıtmışken konu, özüne geri dönelim. bu oyunla bile değeri anlaşılabilinen sadece müzik dinlemek için uzun yola gitme arzusuna siz de ulaşın. bunun için oyunu oynamanıza gerek yok. bu müziği fona koyup aracınızla biraz yol aldığınızda siz de uzun yola gitmek isteyeceksiniz.



henüz yeterince bana arzu katamadı diyorsanız; buyrun, bu şarkı ve klibi sizi yola gitmeye itecektir.




iyi yolculuklar, yedek pil almayı unutmayınız.

cıklama

bazen insanın toplum içine karışamadığı anlar olur. ne yaparsa yaranamaz, peşinden koştuğu toplumun her seferinde uzaklaşışını, elleri dizinde bir basketbol oyuncu edasıyla izler. her dinlenişinde bu uzaklaşışa bakıp 'ne içiyorlar ki bunlar' der.

bazen ise hiç umursamadığı toplum onun peşinden koşar. ne yaparsa göklere çıkarılır, bir türlü uzak durmaya çalıştığı toplumdan soyutlanamaz. böyle anlarda vücuduna kene yapışmış, kenenin zararlarını da televizyondan (seda sayan, kuşum aydın) yeni duymuş bir mahalle teyzesi edasıyla bakar topluma.

büyük çoğunluk bu ikisinin dışındadır. bu ikisi standart sapmanın da dışında yer alırlar. az bulunurlar, o yüzden kaideyi bozmazlar.

toplum insanları pink floyd ve türevi rock grupları ve alternatif, ultra gereksiz, insanları yoldan çıkaran, kötü ve zararlı düşünceleri bulunan, en önemlisi düşünen filozoflar, sanatçılar, bireyler tarafından acımasızca eleştirilmişlerdir. bu sapkınlar gibi düşünce üretmek beni toplumsal ortalamadan uzaklaştıracağı için kategorizeleri çeşitlendirmek istemiyorum ama standart sapmanın sınırları içerisinde çeşit çeşit olduklarını da söylemek istiyorum. istediklerim ve istemediklerimin kategorilerine birer çivi çaksam şu an ikisine de çakmazdım, saçmasapan isteklere çekiç sallamazdım.

neyse efendim konumuza dönelim. bu büyük çoğunluk ilerde çocukları için ekonomik, kültürel, sosyal altyapıyı hazırlarlar. çocuklarını hazırlarlarken az bulunan iki tipten ve standart sapmanın uçlarına doğru yerleşim göstermiş insanlardan uzak durmalarını söylerler. mümkün mertebe orta veya ortaya yakın yetişsin, iş sahibi olsun, 3 çocuğu, bir villası, bir aston villası (maksat kafiye) (aston villa takım olum ne amelesin diyebilirsiniz, haklısınız) olsun isterler. villayı baba bahçeli ister, gelip domates yetiştirecektir. çocuk bunlara uyup yetişir girer bir yerde çalışır, etliye sütlüye bulaşmadan yaşar.

amma velakin! aileler için zurnanın zırt dediği yer olarak geçen, bu ortalama toplum genellemesinden uzaklaşan bireylere dönüşen çocuktur. aile olarak müdahalelerde bulunurlar, türlü çaba gösterirler. biraz varlıklı iseler rehabilitasyon merkezlerine giderler, haftalığını keserler. durumu iyi olmayan bir aile ise konuşma yoluna gider. her iki ailenin başarıya ulaştığı durumların yanında, çocuklarını daha çok dışa ittiği durumlar da sıktır.

bu durumda 'ailenin çocukla konuşması mı konuşmaması uygundur, bu kadar yazı yazdın, hiç aydınlatmadın bizi, çoluk çocuk sahibi insanlarız, düzgün çocuklar istiyoruz' dediğinizi duyar gibiyim. aile içi ilişkilere karışmadığımı öncelikle belirteyim. babadır, döver de sever de atasözümüzü benimsemeyin ki çocuğunu damlaya damlaya göl olur, yeter ulan damlacıktan sel olur misali konuştuklarınızın üstünden ve ellerinizden akıp gitmesin (aile içine karışmasam da alttan alttan özlü atasözleriyle süslenmiş cümlelerle, gizli anlatımlar vasıtasıyla mesaj vermeye çalışıyorum, çaktırmayın).

'birader güzel söylüyorsun da profiline baktım 21 yaşındaymışsın, ergenliğe erken girdiğini, hemen çiftleştiğini hesaba katsak, çocuğun olsa olsa 9 yaşındadır' diye itirazlar gelecektir. efendim haklısınız, bu koşullarda böyle önerilerde bulunmam pek de mantıklı gözükmüyor fakat sınav çalışmalarım sırasında öğrendiğim bir şey var (uykuyla pekişmiş durumdadır kendileri), çocuğa iyi davranacaksın. 'ahaha, ulan ben de bir şey sanıp yazını okuyorum, bunu sen söylemesen de biliyordum' diyebilirsiniz. bazen bilgileri hatırlatmakta fayda vardır. nasıl ki her gün başbakan çıkıp 'böyle yaptık, iki gün önce de böyle yapmıştık, üç gün önce de bunu yaptık' diyerek hatırlatıyor, bir gün sonra aynı açıklamayı birer gün ekleyerek tekrara bağlıyor, aynı mantık. hatırlayın, hatırlatınız maksatlı.

çok saçma yerlere giden konumuza geri dönecek olursak. asıl ilgilendiğim kısım birinci kısımdaki insanlardır. topluma ne kadar yanaşsa da toplumun kendisinden kaçtığı bireyler. bu çıkarıma ise şu videoyu izleyerek ulaştım.



hayatında hiç böyle birini tanıdın mı desen, tanımadım diye cevap veririm. çünkü dürüst olmak toplumsal ortalamaya yakışır bir birey olmanın en önemli kuralıdır.

her gün yemeğinizi yiyiniz, size vaadedilen düşleri (düş kurmak sapkınca düşüncelere itebilir, ortalamadan uzaklaştırabilir aman diyeyim) alarak çıkınız evinizden. kahvaltıyı atlamayınız, altındır o. baktınız biri yanınızdan toplumsal altyapıya uzak bir birey gibi geçiyor, 42,5 derecelik bir yaz gününde, kliması çalışmayan otobüste, ter kokan koltuk altının burnunuzun üstüne dayatılması gibi kafanızı çevirin ve 'cık cık cık' sesini çıkarın. sizi duyan toplumsal duyarlılığı yüksek insanlarla bu cıklamayı sürdürün.

toplumsal yapıya saygılı olun.

ya da sittiredin, gelin alternatif olun.

16 Haziran 2009 Salı

yafta



dava gahan'ı bu klipte yaftalamak isterdim, demek isterdim ki 'sapık gibisin oglum, çocuk sapık, tipe bak ehe'. ama diyemedim, seslenemedim kendisine. aksine bu dansın tek yakışacağı kişi olarak seçtim kendisini.

kendimde denedim bu dansı fakat sonuçlar üzücüydü. bir mevlana huzurunda, bir dave gahan coolluğunda beceremedim bu işi, ikinci 360 dan sonra yere düştüm; başımı vurup bayılmışım, annem amonyak koklatıp uyandırmış; az daha 'tecavüzcü, bırak lan beni; olum seni dövdürürüm, sedat bilmemnenin yeğeniyim olum ben' diye bağıracaktım ki, annemmiş huzura erdim, sarıldım; freud görse sapık yaftasını yiyecek olan bendim, ucuz kurtardım.

bu fikri paylaştığımda insanların, 'gerçekten ilginç bir tespit; doğru söylüyorsun; olum ne manyakmış, aç bir daha aç, o değil olum bak altta pamela yazıyor' demesini beklerdim ama öyle olmadı. sanki herkes bu görüşte söylemeden birleşmiş de facebook ta 'dave gahan'dan başkasına yakışmayan bu dansı seven 123456789 kişi bulabilirim' tarzı grup kurmuş gibiydi.

yıktın beni dave.

yaftalamadan düşünün.

kahvaltı

sabah ilk dinlediği parçanın heart of glass (blondie) olmasından kaynaklanan saçmalık (saçmalık ne ola ki, haz veriyor olum o şarkı) ile başlamanın verdiği hareketlilikten nasibini alamayan ders çalışma azmini takdir ettiğim kişi oldum bu sabah.. (iki noktanın verdiği inanılmaz depresyon gücü)

yarım ekmek, bir üçgen peynir, biraz peynir, biraz vişne reçeli ile bir saatte geçiştirilmiş kahvaltı (okuduklarımdan öğrendiğim bir şey var, kahvaltı es geçilmemeliymiş, bir de çocukların yanında yemekler hakkında olumsuz görüş bildirmemeliymişiz) (dün gece okumuştum, yaptığım kontrollü deneyin sonucunu gösterme amaçlı bilgi aktarımı). kimileri 'kahvaltı, peynir, unuttum ben onları' diyebilir. günümüz dünyasının sonsuz tüketim ağında en ucuz yapılabilinecek aktivitelerden biridir kahvaltı. sesler geliyor, 'olur mu lan, sen hiç boğazda kahvaltı etmemişsin, hatta boğazı bile görmemişsin, deniz görmemiş istanbullu davar' şeklinde. kimi kimi sesler de 'ay evet çok ucuz, geçen branç a gittik, kişi başı 100 lira istediler' diyebilir. iki sesi de ara nöronlarımla devre dışı bırakıp şu sese ulaşıyorum. 'evet, haklısın kahvaltı es geçilmemesi gereken bir öğün'. hak verilme hazzının verdiği gaz ile göklere çıkmış olan ben bu sesin kendi beynimin bir ürünü olduğunu 'gel de şuraya sofrayı topla, ye iç git ne güzel' diyen annemin sesinin kulaklarımı açmasından anlıyordum. gece yatarken kulaklarım rahat etsin diye doldurduğum bimden alınmış pamuk, annemin bu çağrısı karşısında eriyip gitmişti.

pamuk denince aklıma gelir, çocukluk anılarım arasında travmatik bir şekilde yer alan, pamuk helva. zararlı diye binlerce çocuksal öğeden mahrum bırakılmış bir çocuktum ben. pamuk helva, meybuz alma (hemen bir bok bilmiyor la bu sonraki blog demeyin, travma diyorum, yarım elma yerdim küçükken ben her gün taam mı!) gibi travmatik çocuk deyimleri ortaya çıkarmıştı bende. aynı zamanda bütün zararsal öğelerden uzak tutulmuş ve büyüme gelişmesi 75 inci persantil eğrilerinde seyretmiş ben, ilerde, 25 persantilde kalakalmış arkadaşlarımın bu maddeleri tüketmekten dolayı vücutlarında erken yaşta oluşan deformasyona bağlı erken ölümlerine de tanık olmak zorunda bırakılmıştım, ailem tarafından.

konumuzdan sapmadan gelelim. kahvaltı çok faydalı ve es geçilmemesi gereken bir öğündür yazar her yerde. hatta bir arkadaşım 'altın madalya alacağına, bir kilo peynir ile 2 ekmek al daha mantıklı, çünkü kahvaltı altın, öğle yemeği gümüş, akşam bronz gibidir' demişti. arkadaşıma içimden akıl fikir dileyerek, dışımdan ise elime telefonumu (nokia 3210) alıp 'oo, öyle mi, hemen geliyorum' tarzı sapkınca bir monolog oluşturup, arkadaşımın 'ne olmuş' demesine fırsat bile bırakmadan, 'gitmem lazım' diyerek uzaklaştım yanından. yemek yemeyi kürsüye çıkmak gibi değerlendiren adamın, kahvaltı yaptım ben edasıyla, ata sporu güreşte altın madalya kazanmış gibi birazdan istiklal marşı okumayacağı ne malumdu.

yıllar geçti bu olayın üstünden. şimdi çocuk notlarını okurken tekrar gözüme çarpan bir slayt üstüne arkadaşımın hakkını yediğimi düşünüyorum. o an her balkonda türk bayrağı asılı olmasından etkilenmiş olabileceğimi düşündüm. 23 nisan ya da 19 mayıs tı sanırım tarih. 'neden 30 ağustos veya 29 ekim değil, ayrıca atamız 10 kasımda ölmüştür o gün de olabilir' diyen sesleri bastırmak amaçlı, ilkbahardı diyip konuyu kısa kesme gereği hissettim.

arkadaşımın haklılığı ve benim ona verdiğim tepki karşısında hüzünlenip ağladım demek isterdim ama öyle olmadı. çünkü kahvaltı yapmıştım ve altın madalyayı kapmıştım. sevinç gözyaşları dökmedim, ahaliye 'çok coolum, hayvani madalyalar kazanıyorum' havası atmamak ve gelebilecek nazar oklarından etkilenmemek için.

evet efendim, kahvaltı es geçilmemesi gereken bir öğündür. hatta kahvaltı yapar, altın madalyayı kaparsanız ve etrafta türk bayrağı görürseniz, istiklal marşı bile okuyabilirsiniz.

kontrollü deney - çok önemli çalışmalardan sonraki uyku bilginin kalıcı olmasını sağlar

şu dünyada 21*365 gün 6 saattir hayattayım. şu kuralın şaştığını görmedim.

kontrollü deneylerimde en büyük desteği aldığım kız arkadaşım aslında çok da üstünde durulmayan bu konuyu yakın bir tarihte kutladığımız doğumgünümde hediye etti. evet içinizden kimileri 'kandırmış seni olum, yiyiyor seni, ucuza getirmiş akıllı kızmış ehehe' diyebilir. aldığım bu hediye şimdiye kadar aldıklarım arasında en iyisiydi. düşünceden daha güzel hediye var mıdır sorarım size dostlar.

konumuzdan sapmayalım. efendim şu kadar gündür hayattayım, ne zaman sınavım olsa son gün gelince çalışmaya başlar akşam yetiştiremeyince 'yatiiim sabah çalışırım ne de olsa' diyerek fosur fosur uyur o dersten de bir o kadar güzel kalırım.

fakat bu süreçte arada çalıştığım sınavlar da olmuştur. bu sınavlara çalışma sürecinde de tek desteğim uykular olmuştur. öğlende okuduğum üç beş sayfanın pekişmesi için yatıp akşam kalktığım ve kalktığımda 'buralardan soru gelirse yardırırım' dediğim sınavlar.

evet efendim. sadece kendimde midir acaba bu özellik, herkeste var mıdır diye araştırmaya karar verdim. öncelikle bunun geçerliliği için bir sınava çalışıp uyumadan, bir sınava da uzun bir süreçte uyku - çalışma - uyku triadında yaşayarak girdim. sonuçlar inanılmazdı. ikisinden de ortalamanın altında kalmıştım fakat triadı gerçekleştirdiğim sınavda ortalamaya daha çok yaklaşmıştım. bu da gösteriyordu ki bende işe yarıyor.

sonra ilk iş olarak arkadaşlarıma danıştım. 'hafız sen nasıl çalıştın dedim' sınav günü uykusuzluktan çökmüş gözlerini ve yüzünü hatırlayarak. cevap veremedi, kenara geçti uyumaya başladı (kalmanın verdiği hüzün ile). cevabımı almanın mutluluğu ile fonda 'aşk bahçemi süsleyen inci çiçeğim misin' şarkısı eşliğinde kız arkadaşımın yanına gittim. onun sınavı yoktu fakat bu deneyin doğruluğundan ve geçerliliğinden emindi. kendisine test yapmayı uygun bulmadım çünkü kendisi öss de ve okuldaki sınavlarda gayet kanıtlamıştı bunu. diyeceksiniz ki bir tane mi arkadaşın var hemen kız arkadaşına koşuyorsun, sonuç alma amaçlı bir gidiş bu diyerek cevap verme hakkımı kullanmak istiyorum. sonra geri kalan arkadaşlarıma sorduktan sonra şu sonuca vardım.

çalışıp uyumadan sınava girenler: iyi notlar almışlardı fakat ilklerde yer alamıyorlardı.
çalışıp uyuyarak sınava girenler: belli ki hepsinin çalışma anlayışı benimki gibiydi ve düşük notlar almışlardı. 'çalışma' nın sorgulanması için ayrı bir deney grubu kurma kararı aldım.
çalışmayıp uyumayanlar: bunlar en altta yer alan öğrencilerdi, sınavda kopya çekecek gözleri hiç dinlenmediğinden, sınavda en altta yer almışlardı.
çalışmayıp uyuyanlar: bu öğrencilerin kimileri oldukça iyi notlar almıştı. kopya ihtimali için ana bilim dalına başvurdum, gerekli araştırmaların yapılacağını söyleyerek kovdular beni. ama genel ortalama alt ile ortalama arasında sıkışmış bir dağılım göstermekteydi.

sınava giren 300 kişiden en yüksek notları alan 24 kişiye sorma gereği hissetmedim. onlar kütüphanede yaşayan, kütüphanede çiftleşen, kütüphanede büyüyen, kütüphanede aşk yaşayan, kütüphanede kütüphane insanlarıydılar.

evet bunun sonucunda anladım ki çalışmalarımız sonrasında hafif şekerlemelerle bunları desteklersek başarıya ulaşmamız daha rahat olacaktır. 'hadi lan sittiriboktan araştırmana mı inanacağız' diyebilme ihtimaline karşı, isviçreli bilim adamlarına da başvurup deneyin geçerli olduğu hakkında belge aldım. (burada sadece özetlenmiş bilgiyi sundum, isteyenler 4536 sayfalık araştırma raporuna ulaşabilirler)



(aslolan belgeyi kaybetmişim ama isviçreli bilim adamlarının verdiği belge buna benzer nitelikte idi)

ben bu heyecanla kız arkadaşımın yanına koştum ve ona bu belgeyi gösterdim. kendisinden 'beni çok sevdiğini, hayatta gördüğü en inanılmaz kişi olduğumu, voltranı oluşturan güç olduğumu' duymayı bekleyerek gitmiştim yanına; havada salvolar atarak. fakat kendisi bana 'ee boşuna araştırmışsın, ben sana söylemiştim' dedi. bir an için dünyam karardı, arada şekerim düşer ondandır demek istedim ama öyle değildi. o sırada ilk yardım yapmaya gelmiş olan görevlilerin sesinin, yerde solunumu ve dolaşımı durmuş ama bilinci açık hastaya gelişi gibi bir ses duydum. o ses bana 'ama çok başarılı bir araştırma olmuş, devam et kontrollü deneylerine' dedi. evet aradığımı bulmuştum ve bu benim için yeterliydi.

evet efendim, uzun süren çalışmalarım sonucunda bütün insanlarda 'çok önemli çalışmalardan sonraki uyku bilginin kalıcı olmasını sağlar' bilgisinin doğruluğunu ispatladım. yani sınavdan önce çalışır ve uyursanız, sınavda başarılı olmanız deneysel geçerliliği ispatlanmış olan bu kontrollü deneyin sonuçlarına göre %100 olacaktır.

(standart sapmayı aramamaya karar verdim bu deneyde, onlarca günüm uykusuz geçmişti, iyi bir uyku geçirmeliydim. yakında sınavımın olması ise ayrı bir ironidir, geliştirilmiş taktiklerimi kendi üstümde deneyemeyeceğim)

(deneyi yapan kişi olarak uyku (2 saat) - çalışma (10 dakika) - uyku (2 saat) triadını uyguladım fakat dozunun da yeterli olması gerçeğini ortaya çıkaran bu deneyim, benim alttan ders almama sebep oldu) (deneyi sınavınızdan önce denemeyiniz)

bütün genellemeler yanlıştır.

15 Haziran 2009 Pazartesi

un kurabiyesi nin hikayesi "tekerleğin icadı"

un kurabiyesi serisinin ilk basamaklarından biri de tekerleğin icadıdır.

nörotransmitterler aracılığı ile bildirdiği kadarıyla aktaracağım bu hikayeyi, aralarda inhibisyon ve ara nöronal aktiviteler yüzünden kopukluklar olabilir, suç tamamen nörotransmitterlerdedir.

'bigbang den tekerleğin icadına geçtin birader aralarda ne olmuş hiç bahsetmedin' diyen artçı sesleri duyar gibi olduğumdan açıklayayım. o aradaki ilginç yolculuğu, evrilmenin başlama sürecini daha kapsamlı bir hikayede daha öncül bir aktör ile aktaracağım.

neyse efendim. un kurabiyesi öncelikli olarak dünyaya düşmek için atmosfere girmiş, pek tabi ki kavrulmuş demek isterdim, mantığım başka bir yol göstermiyor bana ama hayır böyle olmamış. un kurabiyesi hikmetinden ötürü kavrulmamış olduğu gibi düşmüş dünyaya. bu sıralarda insanlar mağaralarda gezinir, avcılık ve toplamacılık ile yaşamlarını sürdürür durumdalar.
gecelerden birinde kız arkadaşını koluna takmış, ışık kirliliğinden haberdar olmayan gökyüzüne bakar durumdaki gencimiz, bir yıldızın kaydığını görmüş. hemen dilek dilemiş (batıl 10000 yıl önce de batıl). dileği ise 'şu başlık avını bir avlayayım, ne olursun alacam bu kızı' imiş. kız ise 'kır düğünü istiyorum, umarım bir mağara tutmaz' diye dilek dilemiş. efendim 'miş' dediğime bakmayın ben de aracı aktarım kurumuyum burada, şüphesiz ki un kurabiyesi yalan söylemez. normalde kayan yıldızların hemen yok olmasını bekleriz fakat bu yıldızımsı obje bir türlü kaybolmamış aksine gittikçe büyüyor ve yaklaşıyormuş. eleman kız arkadaşının üstüne atlamış, içinden geçirdiği duyguları yaz(a)mıyorum, o zaman blog a girerken uyarı ile karşılaşabilinir. niyeti burada kötü aktarmışım gibi oldu ama oğlanımız saf da olabilir, un kurabiyesi erotik hikayelerin çekiciliğinden dolayı bu işe girişmiş olabilir. ortalama beklentisi kızı korumak sonuçta. bu yıldızımsı obje yaklaşmış ve düşmüş. düştüğü yerde krater oluşturmuş olmalıydı mantıken ama hayır öyle olmamış. hafif içerikli anlayacağınız (gece vakti yapacağım espiriye sıçayım).

erkek olan bu düşen objeye ilgiyle yaklaşmış, bir o kadar da korkuyormuş, geçenlerde birinci kuşaktan amcagilin oğlu holölo tanımlanamayan uçan cisimlerden birine yaklaşınca ölmüş. çat diye bir ses gelince bizim eleman mağaraya koşmuş, sabah yaklaşır, ahali ile bakarız diye düşünmüş.

sabah olunca ahali yaklaşmış bu tanımlanamayan uçan cisme. beyaz, unlu, büyükçe bir şey. ahalinin en bıçkını en önden gidiyormuş, buna kıl olan diğer zıpır delikanlılar arkasından ittirmişler, bıçkın un kurabiyesi nin üstüne düşmüş, ağzı burnu un kurabiyesi olmuş. yalanırken tadının harika olduğunu farketmiş, ahaliye bunu anlatamamış, çünkü gerçek un kurabiyesi yedikten sonra insanoğlu konuşamaz (damağının her bir yanına yapışır ve bütün hazzını yaşatır, böyle de iyi niyetlidir kurabiye). derdini anlatamamış ama el kol bir şekilde anlaşmışlar. zaten makul olarak henüz konuşma dili de tam oturmadığından bu kısım çok da zorlayıcı olmamış, fakat sümerler zamanına gelince etkileri bambaşka bir şekilde görülecekmiş (daha ileride un kurabiyesi nin hikayesi "yazının bulunuşu"). daha sonra bunu anlayan ahalinin en yaşlısı biraz ısırmaya çalışmış ve bundan etkilenmiş hemen köye götürmeyi önermiş. fakat tanımlanamayan uçan nesne oldukça ağır ve büyük olduğundan nasıl yapacaklarını bilememişler. 'haydi beyler bir el atın' nidaları yükselmiş ama el atacak kimseler henüz belediye sokağa isim vermediğinden oradan geçmiyorlarmış. nasıl yapalım ne edelim şunu köye götürelim diye düşünürlerken, içlerinden dün gece kız arkadaşına kolunu atmış olan hem ahalinin köye gidince 'iyi de birader sen orada ne arıyordun gece vakti' demesinden kurtulmak amaçlı parlak bir fikir ile atlamış ortaya. kaldırın demiş tek bir yanından havaya. 'haydi beyler, 1,2,3 hoooop' sesleri arasında kalkmış tek bir yanı destek olarak havaya. bizim erkek devirerek götürelim diyecekken, hafif eğimli olduğundan kurabiye yuvarlanmaya başlamış, bunu gören ahali durur mu kimi öne kimi arkaya yerleşmiş ortalama bir hızda götürmüşler köye, çocuğa da zeki adını vermişler.

bu kadar ağır bir cismi böylesine rahat getirebildiğine şaşıran ahali hemen buna benzer yuvarlak cisimler oymaya başlamışlar.


(erdil yaşaroğlu da oldukça yaklaşmıştır olayı çözmeye)

aslında çift taraflı eklentiler, araya sopa germeler, öne at koşmalar, arkaya fayton koymalar, kibariye parçaları eşliğinde, atın bok kokusunda sürdürülen romantik gece yolculuklarının asıl kaynağı olan bu tekerlek cisminin dayandığı temel bu un kurabiyesinin köye getirilişinde saklıymış. (daha da uzayabilirdi yazı sıkıcı olmaya başlayacağını düşündüm, un kurabiyesi anlattığında bir sürü gereksiz ayrıntıda kendini öven cümlelere yer vermiş, gerekli gereksiz bilgiler eşliğinde hikayeyi sonsuz uzunluğa çekmeye çalışmıştı da, uyumuşum hatırlamıyorum).

neyse efendim, bu tekerlek cisminin şu an toplumumuzda yol açtığı değişikliğe, tek dişi kalmış medeniyeti bile sırtında taşıyarak onu yaşatmasına bakarak tekerleğe 'büyük icat' diyenlerin ufuklarını açmak, aslında icat değil bir keşif olduğunu, kaşifinin ise aklı bir karış havada 'zeki' nin olduğunu anlatmak istedim (ben istemedim, un kurabiyesinin kontrolü altındayım).

un kurabiyesi bu etkisiyle bile insanlığın değer vermesi gereken çok önemli bir nesne iken şimdi yabancı güçlerin elim saldırısı sonucu her köşe başındaki pastanede aslından uzaklaşmış bir şekilde 1 lira, evet sadece 1 liraya satılmakta. un kurabiyesinin gerçek değerinin anlaşıldığı günlerde görüşmek üzere.

çağımız un kurabiyesi çağıdır.

(zeki kızı aldı hem de başlık avı vermeden) (işin aşksal boyutunda da un kurabiyesi üstündür)

kontrollü deney - trafikte bir metre

efendim öncelikle sabah yazmazsa ölecek hastalığına kapıldığımdan dolayı hemen yazma gereği hissettim. oturdum ve düşündüm sonra klavyeye değdi parmaklarım demek istedim ama diyemedim, film tadında yakaladım yazacaklarımı, aklıma geldi. şu an arkada biri olsa, kamera ile çekse film olur. aslında arkada biri olursa korkarım, kimse yok evde yoo..oksa. yokmuş.

bir zamandır araba kullanırken arka araçtaki insanların yaptıklarına dikkat ediyorum. tabi ki 'ay adam belki sevgilisini öpüyordur, pis sapıkkk' tarzı tepkiler gelecektir. öyle değil. sadece aracı takip ediyorum. istanbul trafiği malumunuz. biri bir yerden bildirse bir saat sonra aynı yerdeki adama tekrar bağlandığınızda adamın, duran arabalardan birindeki bir hanımefendi ile aşk denizine yelken açması bile olası, o denli durağan. ben de aracımda ilerlerken sıkılırım trafikte. içime darlık gelir, eksen de o sıralar kötü ise, evet artık tam bir çiledir o yol bana. trafiğin kimi yerlerde 90 km/h hızla, kimi zaman 3 km/h hızla ilerlediği böyle günlerden birinde (ki hiç anlamamışımdır nasıl oluyor bu) önümde oluşan 1 metrelik boşluğa eh sıkıldım diyerek debriyaj - birinci vites - gaz - kavrama noktası (yukarda kavrıyor abi ne geyiktir) - ileri gidiş - fren heksadını yaptıktan sonra, gözüm arkadaki arabaya takıldı. inanılmazdı o bir metrelik boşluğu aynı şekilde değerlendirdi. arkasında görebildiğim kadarıyla tüm arabalar böyle yaptı. tek sıkılan ben değilmişim diye düşündüm tabi ki ama işin aslı bu değildi. deneyi tekrarlamayı düşündüm o yüzden bir gün sonra tekrar trafik yeni oluşmuşken yaptım bu hareketi. sıkılmamıştım, eminim kimseler sıkılmamıştı çünkü daha yeni başlamıştı trafik. fakat aynı heksadı yaptığımda aynı tepkiyi aldım. arkadaki arabalarda hemen ayak uydurdu. ne ara bir metrelik, iki metrelik, 30 santimetrelik boşluk oluşsa önümdeki ile o boşluğu hemen doldurdum ve arkamdakileri izledim. inanılmazdı, toplumsal altyapıya ulaşmıştım. herkes bu hareketi yapıyordu. hayatımın gayesi kendi ayağı ile gelmişti. şok olmuştum. artık herkese açıklamalıydım bunu (eh açıklıyorsun niye belirtiyorsun diyebilirsiniz, unutmayınız arkada kamera olsa film olacak demiştim başta, karakterlerin kendi kendine konuşması gibi bir şey bu). bu fikrimi hemen kız arkadaşıma açtım. kendisinden inanılmaz tepkiler bekliyordum. mesela bu anlamı bulduğum için bambaşka biri olduğumu, sonsuzluğa ulaşacağımı, soyadımı taşımaktan sonsuz mutluluk duyacağını beklerdim. hayır efendim film tadında dedik diye gelmiştim bu gaza. hiç de düşündüğüm gibi olmadı. kendisi 'orası benim anlamında o, diğer arabalar yanaşmasın diye' dedi. bütün hayallerim yıkılmıştı. bu böyle olmamalıydı. hayata dair bütün inancımı kaybetmiştim. arkadaki kamerayı da bu hüsran üzerine çekmişlerdi. çok yalvardım fakat götürdüler. yataklara düşmek üzereydim. fakat o an ilahi bir ses (ki kendisi kız arkadaşımın sesi oluyor) 'ama güzel yaklaşmışsın, devam et kontrollü deneylerine' dedi. evet aradığım çağrı buydu, bu ses gelirken baktım kamerayı tekrar koymuşlar arkaya. adamlar yakalayacakları sahneyi biliyorlar.

velhasıl kelam, aracınız ile ilerlerken, önünüzdeki araçta bu deneyi yapan birileri (ben) olabilir, bir metrelik boşluklar oluşunca hevesle aynadan 'gelecek, gelecek, gelecek' diyebilirim. beni bozun. deneydeki standart sapmayı bulmalıyım çünkü. bütün insanlar aynı olamaz, olmamalı.

bütün genellemeler yanlıştır.

(daydream in blue un girişi gonna fly now (rocky soundtrack) a ne çok benziyormuş)

bütün genellemeler yanlıştır

aslında ders çalışmam lazımken gelip blog a bir şeyler yazmak daha çekici geldi. kime gelmez ki değil mi zaten. herkesin yolu ders çalışırken yakınlarında ise bilgisayarı bir yerlere düşer. kimimiz sözlüklerde, kimimiz blog larda, kimimiz internette site site gezinir (niyet okuyucuya bırakıldı), kimimiz twitter da 'şu an sıçıyorum ve her biri ayrı renk ve şekilde biliyor musuaaan' şeklinde geçirir zamanını. zamanımız paylaşmanın güzelliğini öven fakat çoğusu hiç paylaşmayan, yaşamayan insanlarla dolu. binlerce kendini tanıma, paylaşalım güzelleşelim, 'sonsuz huzura bokumu bile satarak ulaştım, çok mutluyum' diyen ama plazalarda, lüks evlerde, barlarda zamanını geçiren, paylaşan fakat yaşamayan insanlar.

ders çalışıyordum da hocaların anfide şu haykırışları kulağımda tekrarladı. 'biz öğrenciyken hede hödö hoca vardı, çok disiplinliydi, anamız ağladı, siz şanslısınız biz onlar gibi değiliz'. bir de olsaydın. sanki sen sövmedin hocanın arkasından. ders çalışırken kendisi ile yakın münasebet kurmadın hiç değil mi. yok efendim çok disiplinliydik, her satırı ezberlerdik. öğrenciydik sonuçta ve herkes aynı şeyi arzulardı. hocalarda bu yüzden bana yaşayan ama paylaşmayan gelir. siz de öğrenciydiniz, kopya çekme gereği hissettiniz, çalışmadınız, yeri geldi sevgilinizle sabahladınız, yeri geldi ayrıldığınız için sabahlara kadar içip 'mektup yazacağım' (o zaman cep telefonu yoktu tabi) (dönemin koşullarında değerlendirme aksiyonu aktif) demediniz. mütemadiyen ders çalıştınız. hocalara saygılı duruşunuzu bozmadınız. yok efendim inanmıyorum size ben, android olsaydınız, her birinizi sınıfa girdiğinde 'bakın çocuklar kolumu kesiyorum ve kan akmıyor hahaha' deseydi belki inanırdım. o zaman bile şüphe duyardım, 'yağını hiç mi değiştirmemiş hacı' derdim yanımdakine.

neyse efendim bu saçma sapan konu atlamalardan ziyade asıl konudan sapmış durumdayım. paylaşan ama yaşamayan, yaşayan ama paylaşmayan insanlardan ziyade, ne yaşayan ne paylaşan insanlar vardır ki biz onlara fotoğraf çekmeyen japon turist diyoruz. yok böyle bir şey yani. insan prematüre doğup, iki ayını küvözde geçirse bile yaşanmışlığı vardır. ne zaman ki babamızın spermi havada salvolar atarak, erotik müzikler eşliğinde, kuyruğunu binbir şekilde hareket ettirip diğer spermlere hava atıp öne geçiyor ve birleşme gerçekleşiyor, heh işte o zamandan sonra yaşanmışlıklar başlıyor.

hem paylaşan, hem yaşayan insanlar vardır eh tabi ki. insanlar üçe ayrılır diyen halt etmiş, ettiği yetmemiş iki şey söyleyip dünyada şu atasözünün çıkmasını sağlamış. 'delinin biri kuyuya bir taş atmış, bin akıllı çıkaramamış'. dördüncü tip insanlar buldunuz mu sarılın yapışın onlara, sımsıkı tutun bırakmayın. 'bir prototip var mı birader bu kadar yazı yazdın gözümüzle okurken başka yerinle münasebete girdik, fotoğraf ver, yazılar kurbağa olmuş' diyorsanız fotoğraf veremesem de (kıskanırım) bir prototip veririm. düşündüm de prototip de veremem ama diğer tipler için verebilirim. aslında şu tiplerden birine ıssız adam da oynayan adamın film görüntüsünü verip bütün herkesi blog a çekebilirdim ama yapmıyorum. aynen 'otumu bokumu sattım, hepsiyle kitap yazdım sonra daha çok kazandım plazada hatunlarlayım, siz takılın oralarda diyenler' gibi.

bütün genellemeler yanlıştır.

(yine de veriyorum ıssız adamı bilinç altlarına)

14 Haziran 2009 Pazar

domates suyu



bir arkadaşım 'hayalim buraya gitmek' demişti de hor görmüştüm. 'peh açsın gidip yemek ye geçer' demiştim. ilerde hasta tedavi edeceğimden, ne biçim yaklaşımım olduğundan bahsetti. virüs bulaştı, hacklediler beni diyip kapattım msn i.

şu saatte düşünüyorum da, hali hazırda sınavlar da yaklaşmışken, ne güzel olurdu buraya gitmek. ekmek elden su gölden. göllü bir resim de yollamıştı ama pek beğenmediğimden koymadım. göl ne ki. balık yok içinde. balık olmayan yiyecek gölü olur mu hiç. vejeteryandı galiba.

şimdi düşündüm de evde tek başına, kimse yokken, buzdolabı 8-10 adım uzaklıkta iken böyle bir yerde olmak ne güzel olurdu. domates suyu içmek için uçağa binmek zorunda kalmazdım (her gün uçağa binerim ben sabahları ki domates suyu içeyim) (yoksa uyanamam). ayrıca peynirden olduğunu düşündüğüm sandalyeyi bile yerdim. tuvaleti olduğundan şüpheliyim ki bu kadar güzellğin içinde büyük tuvaletini (afedersiniz) (söyledikten sonra af dilemek ne acayip) yapamaz zaten. şimdi daha da ilginçleşti zaten. yiyiyor ve tuvaletinizi yapmıyorsunuz. hayao miyazaki animesi gibi bir hayatınız var kısaca.

şu sınav haftası öncesi ne güzel olurdu, domates suyu.

un kurabiyesi nin hikayesine giriş

henüz yararları ve varlığı, sahte kimlik taşıyan insanlar ve güçlü istihbarat teşkilatlarınca saklansa da bir gün elbet açığa çıkacak olan, kutsal, insanların yiyecek diye tabir ettikleri fakat bir yiyecekten fazlası olan bir madde.

ilk yediğim anlarda ben de herhangi bir şey gibi algıladım bu yiyeceği demek isterdim ve aslında herkes bunu böyle beklerdi biliyorum ama hayır böyle olmadı. filmlerdeki gibi oldu hemen farkettim değişik bir aksiyonu olduğunu.

bir film tadındaki bu yaklaşımım un kurabiyesinin de dikkatini çekmiş olacak ki dile geldi adeta. aslında şöyle dile geldi diyebiliriz. un kurabiyesi nörotransmitterler aracılığıyla aslında varoluşunu, amacını, değerini, insanların yozlaşmasını anlattı.

başta yadırgadım dememi beklerdim elbette ama yadırgamadım. ne de olsa film tadında anlamıştım aksiyonunu ve bunu da yadırgamadım elbette.

un kurabiyesine gelince o çoktan nörotransmitterler aracılığı ile beynimle iletişime geçmişti. aslında bigbang i oluşturan gücün kendisi olduğunu, yanlışlıkla çarpmasa hiç bir patlama gerçekleşmeyeceğini ekledi. kendisi dünyaya ilk düşüşünde insanların tekerlek yapmayı nasıl öğrendiğini anlattı. insanlık tarihine tanık oldum sayesinde. inanılmazdı. insanlık tarihindeki en büyük buluş diye bir sürü gündem vardır, ben de okudukça 'harbiden ne büyük buluş ama ateş abi ateş olmasa nice olurduk' der dururdum. bazen de ortamın gazına gelip 'olur mu abi futbol topudur' demişliğim de vardır (aslında mantıklı geldi, ortama girip gaza geleyim). fakat gelin görün ki un kurabiyesinin anlattıkları sonrası hiç de öyle olmadığını, dünyanın bambaşka olduğunu anladım.

herkes 'bigbang', 'evren genişliyor', 'oglum her şey tamam da başlatan güç ne nanik' yaparken ben güldüm. un kurabiyesini ve hikayesini sakladım. gelin görün ki artık tüm dünyanın bunu duyması için varoluşsal zaman gelmiştir. çağımız ne bilim, ne teknoloji, ne bilgisayar, ne microsoft, ne de uzay üssü tuvaleti çağıdır (ayrıca death note u yapanlara da nanik çekiyorum, geç kaldınız). çağımız un kurabiyesi çağıdır.

artık zamanı gelmiştir.

noradrenalin nörotransmitterlerim bildirdi.

ilk yazı

ilk yazı saçmalanması gereken bir şey gibi göründü. aslında fanzim gibi bir şey çıkarıp bu hezeyenlarımı giderebilirdim ama onun baskı parası çok görünüyor. aslında bir arkadaşım çıkarıyor onunkine yamanmayı düşündüm ama emeğini saçma sapan yazılarla bozmasını istemedim. velhasıl kelam gel gör ki blogspot açınca adam olunmuyormuş (daha ilk günden tespitlerime başladım). sözlükten (o kadar sözlük var ama ekşi hala sözlük) özenip geldiğim blogspotumun ilk yazısı da sözlükte saçmaladığım onca yazı gibi olsun istedim. merhaba blog, engin deniz, sonsuz derya, anlatım bozukluğu, ben.