10 Ağustos 2009 Pazartesi

toplu tasima araclarinda yeniden dogan yaslilar

hangimiz bir toplu tasima aracinda otururken basimiza dikilen bir orta yasli, yasli birinden su monologu duymamisizdir hayatimiz boyunca; 'benim oglum, kizim, olsa herkese yer verirdi, hic bizi ayakta birakmazdi, bu yeni nesilde de hic saygi kalmamis, peh peh'. bu monologun otobüs güzergahinin uzunluguna bagli olarak uzunlugu belirlenir. genc kisi dayanamaz yer verir, uyuma numarasi yapar ya da kulakligini takar, arac inecegi durakta durup kapilari acmadan kalkmaz, bu monolog sahibini ifrit eder, evet.



neyse efendim, konumuza dönelim. bu teyzeler amcalar yolda sizi durdurup 'evladim gözüm iyi görmüyor da su adresi bana bir okuyuver' diyip kücük, saman kagitlara yazilmis adresleri okumanizi isterler, merdivenleri cikarken yardim etmenizi isterler ya da 'burnum iyi koku almiyor yavrum, sunu bir koklayiver bozulmus mu' derler. 'amma uctun lan ahaha, durdurup kokuyor mu diye soracak, parfüm de aldirir sana, ahaha' diye ezen sesleri duyar gibi oldum, üzüldüm, yaziya bir süre ara verdim, agladim, fetus pozisyonunda uyudum, geldim.

bu teyzeler amcalar otobüslere bindiklerinde önce bir yer aranirlar. az önce gözleri göremedigi icin size adres okutan teyze amca gitmis, yerine avini aramak üzere metrelerce yukarida ucan ve optik zoom yapip, elemanin idrar torbasindan yerini bulan sahin misali bir bos yer bulma canavari gelmistir. en ufak bosluklari bile görür oralara hamle yaparlar. az önce merdivenden inmek icin yardim isteyen teyze amca gitmis yerine citadan kacan antilop misali biri gecmistir. teyze amca bütün bu özelliklerle de yetinmez. eger bindigi an yer bulamamissa ara ara tekrar otobüsü kontrol eder, bakinir. adeta zotrilyon tane farkli koku alabilen bir kurt gibi kalkacak insanin kokusunu alir. oraya sahin gözlerini cevirir, antilop gibi sekmeye hazir bir bicimde durur ve sona sakladigi asil aksiyonunu yapar, bum! yilan gibi yerin titresimlerini algilar ve kizilötesi gözleriyle kisinin kaslarindaki sicaklik artisini farkeder. daha inecek kisi hamle yapmadan teyze amca orada olmustur bile. teyze amca gitmistir gerci, yerine voltran da bile olmayan özellikleri olan, disardan gelebilecek her türlü tehdite karsi tetikte olan biri gecmistir. bu konumda bos yeri tespit edip oturan teyze amca rahatlar, yillardir ilerde yer bulamazsam korkusu ile icinde gelistirdigi yetilerini tekrar saklar ve gülümseyerek bos koltuga oturur. kimisi bos koltuga sigmaz yan koltugu da isgal eder, size ise koridor tarafinda bosta duran bir kic lopu kalir, evet.

26 Temmuz 2009 Pazar

ada

öncelikle dört tarafı sularla cevrili kara parcasi demek gerekiyor efendim. ilkögretim bilgimin getirdigi sonsuz enginlikte (anlatim bozuklugu demeyin efendim, bu bilgimi de ilkögretim verdi) yaptigim tanimin ardindan asil meseleye gelecegim. 'zaten cok uzattin lan, yazar olsan senin kitaplarini almazdim' diyenleri duydum ve hemen cevaplayacagim; 'arkadasim bu kisisel bir yaklasim konusu güzel kardesim' diyerek size kizginligimi gösterirdim, evet.

neyse efendim konumuza dönelim. bu adada insanlar bir anlayisli, bir yaratici, bir ferah oluyor anlayamiyorsunuz, sasiriyorsunuz.



'bu adada ben de olsam ben de anlayisli olurum, ben de ferah olurum, ben de yaratici olurum, picasso olurum ulan götür beni, da vinci sifresini sifrelerim' diyenleriniz cikacaktir. anlayisla karsilarim ben sadece renklerin güzelliginden bu fotografi koydum.

bu adalarda ter bile kutsallasiyor acikcasi. orada uyumak, uyanmak, marti sesleri, deniz sesi, hafif bir meltem.. (iki nokta edebiyati)

sahil kasabasinda bu olmuyor dostlar, esmiyorsa esmiyor; ada öyle mi dört tarafi suyla cevrili kara parcasi tanimindan da anlasilacagi üzere her yanindan rüzgari hissedebilirsiniz, hissedemiyorsaniz sinir uclariniz zedelenmistir, en kisa sürede doktorunuza basvurunuz.

bu güzellikler icinde yasamak, orayi benimsemek, insana tatli bir huzur veriyor. 'bir tatli huzurrrr almaya geldim, kalamis'tan' sarkisinda kalamis'in isminin gecmesinin tek sebebi adaya gidecek parasi olmamasidir munir nurettin selcuk'un. sen nerden biliyorsun ki diyecekseniz, bu muallak bilgiyi sarkinin kendisi anlatir zaten.

neyse efendim. adada yasamak bir ayricaliktir, her gün adalardan istanbul'a gelseniz dahi o deniz yolculugunu yapmaniz bir ayricaliginizdir. ter bile kutsal, okunan kitap, dinlenen müzik birer tanrica parcasidir.

ah ne güzel seydir kimbilir adada yasamak, o mavide.. (iki nokta edebiyati)

22 Temmuz 2009 Çarşamba

kontrollü deney - yaya iken kırmızı ışıkta geçmekte entelektüel birikimin önemi

uzun zamandır bir yazı ekleyememişim altında yatan, kırmızı ışıkta geçmek kültürel seviye belirtisi midir acaba düşüncesiydi, araştırmadaydım.

çok zaman önce aklıma düşen bu düşünceyi geçen günlerde tekrar canlandıran olaya kadar aslında çok da önemsemiyordum, ara nöronlarım bu düşüncenin merkezi sinir sistemine ulaşmasını engelliyordu.

(ara nöronlu çizim bulamadığım için sadece nöronlusunu ekleyebildim)

evet efendim. entelektüel seviyesi yüksek olan bir muhitte kırmızı ışıkta durmuş idim kız arkadaşım ile. arabaların geçmesini ve bize yeşil yanmasını bekliyor idik. gelin görün ki yanımızdan entelektüel seviyesi yüksek görünümlü biri hiç beklemeden karşıya geçti. şaşırdım tabi ki 'heralde acelesi vardı' dedim kız arkadaşıma, yeşil yandı karşıya geçtik.

oturduğum mahalleye giderken ise kırmızı ışıklarda beklemeye özen gösteriyordum fakat daha önce bu ufak kıvılcım çakmadığı için anlayamamıştım, gelin görün ki o gün kırmızı ışıkta kimsenin durmadığını, yeşil mi kırmızı mı önemsenmeden geçildiğini farkettim. alışmış kudurmuştan beterdir derler dostlar, ben de gördüklerime alıştığımdan olacak, dikkat etmediğim bu ayrıntıyı farketmenin sevinci ile karşıya geçtim. tabi ki türlü aksiyonlar yaşadım, bana yeşil yandığı halde.

bir sonraki gün evden tekrar çıktığımda artık kafamda ufak bir araştırma konusu yatıyordu. gene aynı yoldan gitmek zorunda olduğumdan kırmızı ışıklara tekrar denk geldim, yeşilin yanmasını bekledim, çok heyecanlı bir şekilde karşıya geçtim, çünkü kız arkadaşımın yanına gidiyordum bu ayrıntı gereksiz olsa da önemli efendim, insan kız arkadaşının yanına giderken bile kırmızı ışıkta durmalı, evet.



o günün akşamında kurmaya karar verdiğim araştırma ekibimi topladım. sadece verileri tutacak arkadaşlardı bunlar, hiç bir etkisi olmayacakları için deneye özel bir seçim yapmamıştım, yaptığımız küçük ekiplerden birinde bir araştırma görevlisi homoseksüel çıktı, diğer homofobik araştırma görevlisiyle aralarında tatsız sohbetler dönmüş, az daha deney bozuluyordu, ikisini de ayırdık, deneye devam ettik.

çeşitli muhitlerde (ad vermeyeceğim) çok sayıda ekiple, kontrollü ve izlemli deneylerimizi gerçekleştirdik.

izlemli deneylerimizde sosyokültürel seviyesi daha yüksek mahallelerde kırmızı ışıkları gözlemledik, gerek çalıların arkasına saklanarak, gerek güneş altında saatlerce kırmızı ışık direğine yaslanarak yaptık; hatta fıkra zannedilen direğe dayanıp ayakkabısını bağlayan adama kürekle vuran arkadaş araştırma ekibimizden biriyle münasebette bulunmuş, ekibi bir kişi azaltmıştı, arada efsane, fıkra zannedilen bir olayı da kanıtlamış bulunmuştuk, bir ispata erişmiştik, arkadaşımız mağrur fakat gururlu idi, en güzel hemşireleri yanına bıraktık, işe devam ettik.

bu izleme dayalı gözlemlerimizde sayılan 692 kişiden 465'si kırmızı ışığa dikkat etmiş ve durmuştu, geri kalan 227 kişi ise kırmızı ışığa dikkat etmemişti. sonuçta kontrolü elimizde olmayan bir deneydi, oradaki herkes kültürel birikimli olmayabilirdi, deneyin sonucunu askıya aldık.

aynı muhitlerde farklı günlerde 573 entelektüel seviyesi yüksek insanla yaptığımız gözlemin sonuçları bizim için daha önemliydi. 423 ü kırmızı ışığa dikkat etmişti. geri kalan 150 kişi pek umursamamıştı. bu umursamayanlardan 5'ine araba çarptı, ilkyardım bilen araştırma görevlilerimiz hemen olaylara müdahale etti, 4'ü kurtuldu, biri ise insanüstü çabalara rağmen öldü, meğersem intihar etmek istiyormuş, cebinde bulduğumuz mektuptan anladık.

sosyokültürel seviyesi daha düşük olan muhitlerde yaptığımız izleme dayalı gözlemlerimizde sayılan 759 kişiden 445'i kırmızı ışığa dikkat etmişti. geri kalan 314 kişi ise kırmızı ışığa dikkat etmemişti.

aynı muhitte 583 entelektüel seviyesi düşük insanla yaptığımız kontrollü gözlemin sonuçları şaşırtıcıydı. 376 kişi kırmızı ışığa dikkat etmişti, geri kalan 207 kişi ışığı pek 'takmamıştı'. burada da tatsız kazalar oldu.

evet sonunda bulmuştum, entelektüel seviye çok küçük bir fark yaratıyordu; entelektüel birikimin pek bir katkısı yoktu kurallara uyma üstünde; kırmızı ışıkta durmamak binbir türlü başka nedene dayanıyordu; bunlar için de bir araştırma grubu kurmaya karar verdim, bu deneye de burada noktayı koydum.

bütün gözlemler bunlarla sınırlı değildi elbette. yaptığımız araştırma 1562 sayfalık bir rapor halinde dünya kontrollü deney konferasında dağıtıldı ve özet bir sunumu yapılmak istendi, yarışmada ödül almayı bekliyorduk, okuyan herkes nedense güldü ve geri verdi; çok üzüldük, tüm ekip emo olup bir köşede ağladık. 'neden emo oldunuz ki oglum ağlamak için, mal mısınız, insanlar normalde de ağlar' diyen sesleri duyar gibi oldum, fonda emre aydın çalıyordu der, hepinizi bana hak vermeye zorlarım, evet. ülkemize döndük, bayraklarla karşılanıp moral bekliyorduk, 'önemli olan kazanmak değil, yarışmaktı' dövizlerini aradı gözlerimiz; oysa bizi karşılamaya gelen sadece kız arkadaşımdı. henüz onunla paylaşmadığım bu araştırma sonuçlarını onunla paylaşmak için yanına koştum, havada salvolar atarak. kendisinden 'o adamlar kırmızı ışıkta geçen gereksiz insanlar sen süpersoniksin; hayatımda tanıdığım en mükemmel insansın; bu araştırma ufkumu açtı, inanamıyorum' demesini bekliyordum. bu düşüncelerim sadece harry potter filmlerinde oluyordu, o da vizyonda olduğundan bana bir kahraman rolü kalmamıştı. kendisi bana 'arabaların sık geçip geçmemesine bakıp hareket eder insanlar, araştırmanın gerekliliğini çözemedim' dedi. dünyam kararmıştı, hiç bir şey göremiyordum, eter koklatıp kaçırıyorlar zannettim. bu sırada björk'ün insanüstü sesinden daha da üstün bir ses duydum, 'araştırmalarını çok beğeniyo.. hayırrrrr...'. havada salvolar atıp kız arkadaşıma giderken 'kaygan zemin' uyarısını görmemiş ve kayıp kafamı yere çarpmıştım. gelin görün ki bu ses ile birlikte gözümü açtığımda etrafımda bir sürü insanın olduğunu gördüm, bir an herkesin beni asker uğurlar gibi havaya atıp tutacağını zannettim, beynime tekrar oksijen gitmesiyle bu düşünce uçtu, gitti. bana gerekli enerjiyi ve gücü tekrar vermişti bu ses, başım acısa dahi.

konuyu toplamak gerekirse, gerek ruhen, gerek fiziki olarak zararlarla karşılaştığım bu uzun deneylerimin sonucunda, hayatın anlamına veya başlangıcına dair olmasa da hayatın işleyişine dair çok önemli bir sonuca varmıştım, geriye sadece bu sonucu dünya kontrollü deney konferansına katılma imkanı olmayan insanlarla paylaşmak kalmıştı.

evet efendim, her ne kadar entelektüel birikim edinseniz de kafanızda binbir türlü sorun varken kırmızı ışıkta geçebilirsiniz, kültürel birikiminizin buna çok bir ekstrası yoktur, geçtikten sonra 'kırmızı ışıkta mı geçtim, tüh' demeyin, 'geçtim ve ölmedim, oha çok manyak, yaşıyorum' diyin ve yolunuza devam edin.

bütün genellemeler yanlıştır.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

kontrollü deney - metrobüslerin klimalarının çalışmaması

uzun bir süreçtir yazı yazmayışımın makul sebebi başlıkta belirtildiği gibi; metrobüslerin klimalarının çalışmaması.

uzunca bir süredir ve sıkça kullandığım bu kolpanın kolpası zımbırtılardan birine havanın 39,5 derece olduğu bir günde, içerdeki 100 kişiyle 'merhaba ben kerr, soyadınız neydi, efendim, soyadınız, hetterogonya, anlıyorum birazdan akraba olacağız da ondan sordum' tarzı iğrenç espirilere konu olabilecek bir sıkışıklıkta bindim. içerisinde oksijensiz solunum yapıldığından ötürü asidoz geçiren insanlar, oksijen hafiftir diyip havaya zıplayan insanlar, uzun boylu olduğu için doğal seleksiyondan etkilenmeyen insanlar bulunuyordu. metrobüs aynı zamanda istanbul'da yaşayan insanların doğal seleksiyonuna da yarıyordu, düpedüz evrimsel katkısı vardı, teşekkürler topbaş.



efendim böyle bir günde bindiğim bu metrobüste içerisi, dışarısının sıcağı ve insanların solunumuna bağlı 45 derece idi. yani yumurta kırsak pişerdi (iğrenç espiriler geliyor efendim durduramıyoruz).

içerisinin inanılmaz havasız olmasına bağlı olarak oksijensiz solunum yapıldığından bahsetmiştim. dışarı hava çıkmadığından ötürü, vokal kordlar titreşemiyor ve insanlar ses çıkaramıyordu. dolayısıyla klimaların çalışmadığını kimse anlatamıyordu şöföre.

klimaların çalışmadığından dert yanarak indim metrobüsten fakat düşüncem 'şanssızlık, bana denk gelmiş olacak, bak sen şu gök tengri'nin işine, haha' idi. üzerime sıktığım iki gıdım parfümde ter kokusuna boğulduğundan dolayı kötü koktuğumu düşünüp kız arkadaşımın yanına gidemedim, o denli muzdariptim, yine de 'denk gelmiş' düşüncem hakimdi.

üst geçitlerden birine çıkıp esen rüzgara karşı t shirtümü serdim ve hava almasını bekledim. 'yuh ayıya bak, hanzo musun lan, öküz hehe' diyebilirsiniz, hak veririm, 'kız arkadaşımın yanına gidecektim ama' derim, ona sarılır ağlarım, size de küserim.



dönüş yolunda havanın kararmasına bağlı olarak, metrobüs klimalarıyla ilgili pek de bir beklentim yoktu, dolayısıyla pek dikkat etmedim.

bir sonraki gün tekrar bu zımbırtılara bindim. bu sefer klimalı olacağını biliyordum, tedbirsizlik olmasın diye bir fıs parfüm fazla sıktım ve çıktım. metrobüse bindiğimde içerde ağır bir koku farkettim. arkamı dönüp kapıya yönelmek için hemen hamle yaptım fakat çok geçti, artık kaslarım yeterli hamle yapacak oksijene sahip değildi ve kapı kapanmıştı. o an beynime oksijen gitmese dahi düşüncelerim oluştu. metrobüsler klimasızdı ya da hep bana denk geliyordu kliması çalışmayanlar ve bunu araştırmaya karar verdim.

bu metrobüsten indiğimde, vital bulgularım düzelene kadar merdivenlerde oturdum, geçen insanlar para atmaya başlayınca kalktım, koştum.

tesadüfler silsilesi mi yoksa metrobüslerin klimaları çalışmıyor mu diye araştırmak için araştırma ekibi kurdum.

metrobüs durağına gittim ve bir metrobüs gelmesini bekledim. biner gibi yapıp denek arkadaşımı içeri yolladım ve kendisinden verileri almak için bir sonraki durakta buluşmak üzere söz aldım. ben de hemen sonraki metrobüse bindim ve bum! klima çalışmıyordu ve bu bana hiç bir fikir vermiyordu. çünkü her iki olasılıkta olabilirdi. bir sonraki durakta indiğimde arkadaşımı bulamadım. kendisini telefonla aradığımda 'oha oglum klima çalışıyor bunda, iyimiş' dedi ve 'şöför kızıyor kapattım, bye' dedi ve kapattı. istediğimi almıştım, bunun için bir sonraki gün bir iki metrobüsün içerisini kolaçan ettikten ve gerekli verileri topladıktan sonra arkadaşım sıradaki metrobüse biner gibi yaptı ve hemen akabinde ben atladım. sonuçlar inanılmazdı, bir önceki kolaçan ettiğimiz metrobüste klima çalışmıyordu, amma velakin bu metrobüste çalışıyordu. diğer arkadaşımın bindiği metrobüsteki veriler ise çalışmadığı yönündeydi.

sonuca ulaşmıştım, metrobüsler metrobüsaşırı klimalarını çalıştırıyorlardı. nedenini anlamasam da gerekli verilere ulaşmıştım, çalışmamı kağıda dökmüştüm.

günler boyu süren araştırmalarımız sonucu;

kolaçan ettiğimiz metrobüs sayısı, 534; kliması çalışan 267, çalışmayan 267 ve sonuçlarda metrobüsaşırı klimanın çalışmadığı kaydedildi.
binip test ettiğimiz metrobüs sayısı 45; kliması çalışan 22, çalışmayan 23 ve sonuçlarda metrobüsaşırı klimanın çalışmadığı kaydedildi. tek sayı olmasının sebebi yoğun araştırmamdan eve dönerken metrobüs kullanmamdı.

artık sırra ermiştim, istanbul gibi bir sürü uygarlığa ev sahipliği yapmış, binlerce ulaşım aracı görmüş, sonsuz tarihi birikime sahip bir şehirde, metrobüs sırrını çözmüştüm. 'ne alaka tarihle sanki, geçen sene koydular bunu, ne pohpoh adamsın he' diyebilirsiniz, bense isviçreli bilim adamları tarafından onaylanan bu araştırmamın nobele aday olması gerektiğini isviçreli bilim adamlarının da onayladığını söyleyerek cevap veriririm, susarsınız, evet.

bu deneyimin sonuçlarını paylaşmak üzere kız arkadaşımın yanına koştum, havada salvolar atarak. önce metrobüse bindim tabi ki. kendisinden 'bu, bu hayatımı değiştiren bir çalışma olmuş; ne! nobel mi! inanmıyorum mükemmelsin; seninle gurur duyuyorum hayatım' demesini bekliyordum. fakat bu düşüncem sadece oksijenli ortamlarda gerçekleşiyordu ve metrobüste oksijen yoktu. kendisi bana 'içeriye bakarsın, çok kalabalıksa ve insanlar terliyse binmezsin, böyle bir çalışmanın anlamını çözemedim' dedi. dünyam kararmıştı, kör oldum zannettim, hiç bir şey göremiyordum, tekrar gözlerimi açtığımda metrobüste bir koltukta oturduğumu anladım, oksijensiz ortam dolayısıyla asidoza girmiş, bayılmışım. bu sırada rüyalara giren ve sayısal lotonun bu haftaki rakamlarını veren beyaz sakallı dedenin sesi tadında (tadında sadece, koyuluğunda değil) bir ses duydum. 'çalışma azmini anlayışla karşılıyorum, bence devam etmelisin kontrollü deneylerine' demişti bu ses. akabinde kendimi bir koltukta oturur bulmuştum zaten ve bu olay bile bana yeterli güç ve enerjiyi sağlamıştı.

efendim konuyu dağıldığı yerlerden toparlarsak, oksijensiz solunum yapmış, yeri gelmiş ter kokmuş, sıkış tıkış metrobüse binmiş fakat sonuca ulaşmıştım. metrobüsaşırı klima çalışır tespitimi insanlara anlatmak kalmıştı sadece.

evet efendim, durağa geldiğinizde ilk gelen metrobüse binmemelisiniz; bu araştırmamın sonuçlarına göre hareket eder ve kolaçan sonrası metrobüse binme eylemini gerçekleştirirseniz siz de istanbul'da klimalı bir yolculuk geçirebilirsiniz.

bütün genellemeler yanlıştır.

(bu araştırma düşük oksijen satürasyonunda gerçekleştirilmiştir)

27 Haziran 2009 Cumartesi

gençlikten bir parça, puf!



kim bilir kaç kişinin hayatının bir dönemini etkileyen bir adam, büyümeyen çocuk, neverland'inin peter'i, king of pop veda etti bir gece önce. vitiligo hastalığını estetiğe bağlayanlar, aklandığı halde (çok saçma bulurum aklanmayı aklıma başka kelime gelmedi) çocuk tacizcisi diyenler arasında hayata gözlerini yumdu. en ücra köşelerde, dilini hiç bilmediğiniz insanların arasında bile micheal jackson diyince aralarından birinin fırlayıp moonwalk yapacağını bildiğiniz bir birleştirici, popu güzel kılan hayata gözlerini yumdu.

billie jean duyunca dans etmek istemeyen bünyeye ne denir efendim, sorarım size.

billie jean kesmez diyorsanız, thriller ile korkun emi, sen rahat uyu mj (23 olan değil ama o da rahat uyuyabilir, hem de mecazi anlama kaymadan).





(parça parça olan versiyonu paylaşılabiliniyormuş sadece)

22 Haziran 2009 Pazartesi

kontrollü deney - sınava hiç çalışmadım

bir sabah sınava gidiyordum, kafamda binbir türlü şey dolaşırken ön plana çıkan duygu; 'hiç çalışmadın be birader, az biraz çalışsaydın bare bre densiz' idi demek isterdim ama hayır böyle değildi. 'seneye alttan alsam acaba sınavı ne zamandır, önemli gün ve haftalara denk gelir mi' diye düşünmüştüm.

evet efendim, ben böyle düşünceler içinde sınav anfisine doğru yol alırken, yalnız olmadığımı yolda görüp yanına sokulduğum arkadaşımdan anladım zannettim. bana 'olum ben de hiç çalışmadım biliyor musun, zaten hede hoca çok zor soruyormuş o not iptal, ama bir şekilde geçiriyorlarmış' diyerek güven verdi. kendisine yalnız olmadığını benim de çok az çalıştığımı ve seneye beraber sınavlarına gireceğimizi söyleyerek arada espiriler yaparak, güle oynaya sınav alanına gitmeye devam ettik.

yolda bir arkadaşıma daha rastladım. kendisi gelip 'olum ya ne fena hiç çalışmadım, ne kötü, olum yardım edin lan, arkanıza geçeyim' dedi. ben de bu perişan haline bakarak dertlenmiş gariban düşüncesi ile 'iyi madem arkama otur ama ben de hiç çalışmadım' dedim.

3 kişi ilerlerken bir arkadaşımızı daha gördük demek isterdim ama böyle olmadı ne yazıkki. anfideki bütün insanları toplayıp sınava değilde eyleme gider gibi bir hava yakalamak istemedik. neticede çalışmamıştık, haksızdık, isyan etmenin anlamı yoktu, bum! zaten epi topu 2 arkadaşım vardı.

anfinin oraya vardığımızda insanlar harıl harıl çalışıyordu, baktım bu iki arkadaşım hemen çalışkanların yanına çil yavrusu gibi dağıldılar. ben ortada yapayanlız kalmış bir çirkin ördek yavrusu gibiydim, hemen çalışan güruhun arasına karıştım, tekme ve tokatla kovdular beni. 'sınav öncesi fiziksel şiddete maruz kalmışsın, yazık' diyen seslerinizi duyar gibiyim ama böyle olmadı. bilgilerini üstüme adeta ying xiong adlı filmde (diğer adıyla hero) yüz binlerce oku aynı anda tek bir adama atan yüzbinlerce okçunun oklarının jet li'ye ulaşışı gibi farklı noktalardan gelen bilgileriyle göğümü karartıp beni bu beyin fırtınası ortamından bertaraf ettiler, evet.



ben aralarda yine çalışkan bildiğim insanların yanına gidiyor ve onlarla sohbet ediyordum. kendilerine güvendiğimi ve kağıtlarını açarlarsa çok fazla sevaba gireceklerini tekrar hatırlattım.

ne olursa olsun bir çok kişiden aynı ses yükseliyordu. 'hiç çalışmadım, ayy hiç çalışamadım, ne bok yicez abi, olum geçen sene kimseyi bırakmamışlar, olum geçen sene girenlerin yarısı kalmış' gibi farklı seslerin ortak noktası, 'sınava hiç çalışmadım'dı.

içim acayip ferahlamış, beyin fırtınasının etkisinden çıkmış bir şekilde sınava girdim. sınavda etrafına bakmaya çalışan öğrenciler, profesör tarafından uyarıldı, kimilerinin yerleri değiştirildi.

sınav bittiğinde kimileri yüzleri asık, kimileri aman işte geçti gitti, kimileri ise '3 ü ne yaptın, he, a mı yuppiii' diyerek anfiyi terk etti.

neyse efendim sınav sonuçları açıklandığında arkadaşım aradı. 'kalmışsın olum' dedi. kısa süreli bir üzüntü üstüne bir sittiret çekerek diğerlerinin sonuçlarını sordum. ortalamanın 60 dan yukarıda olduğunu ve az biraz kişi dışında herkesin geçtiğini söylediğinde asıl şoku yaşamıştım. burada neler oluyordu. ne dönüyordu, çözün bu ergenekonu diye bağırdım, arkadaşım deli misin dedi telefonu suratıma kapattı, üzüldüm, ağladım.

bu gerçekle karşılaşmayı kaldıramayan bünyem yataklara düştü. yoğun tylol hot tedavisi sonrası, üstüme kalın şeyler giyerek ter attım ve iyileştim.

bunu araştırmaya karar verdim. tüm insanların ortak bir taktiği miydi bu 'sınava hiç çalışmadım'.

bir sonraki sınava giderken çalışarak gittim ve gözlemledim. beyin fırtınasından uzak durdum tabi ki. diğer insanlara gidip 'hiç çalışmadım ya ne yapacağız' dedim. bir önceki sınavda 'hiç çalışmadım, kopya çeksek ya' diyip etrafındaki herkesten yüksek alan öğrenciye çevirmiştim gözümü. kendisi yine 'hiç çalışamadım, ne yapacağız' dedi. şalterlerim atmıştı, artık iyice ayılmıştım, afyonumu patlatmış hayata daha iyi bakıyor, yere daha sağlam basıyordum.

bu sınavında sonuçları açıklandığında gördüm ki 'sınava hiç çalışmadım' klişesini en çok söyleyen 25 kişi arasında 3 ü gerçekten hiç çalışmamış ve en düşük üç notu paylaşmıştı.
daha az 'sınava hiç çalışmadım' klişesi kullanan 40 kişiden 10 naif arkadaş sınavda kalmıştı, gerçekçilerdi, bravo.
bir sefer 'sınava hiç çalışmadım' klişesini kullanan 17 kişinin ise tamamı geçmişti.
beyin fırtınası takımı ise en yüksek notları paylaşıyordu.
geri kalan kişileri teknik ekipman yetersizliği nedeniyle inceleyememiştim.

evet, sonunda gizemi çözmüştüm. indiana jones gibi yüz yıllardır saklı kalan bir hazineyi gün ışığına çıkarmış ve övgülerimi bekliyordum. bu bilgiyi paylaşmak için kız arkadaşımın yanına koştum, hava salvolar atarak. kendisinden 'bu inanılmaz bir bilgi çok harikasın, şarap içip kutlamalıyız bunu, bu kadar zeki olduğun için guinness rekorlar kitabına başvurmalıyız' demesini bekliyordum. hayır efendim böyle şeyler ancak filmlerde oluyormuş. oysa şimdi sanallık yoktu ve woody allen vicky, christina, barselona filminin çekimleri için bütün kameraları kiralamıştı. kendisi bana 'bunu herkes söyler ki, özellikle çok çalışanlar söyler hatta' dedi. dünyam kararmıştı, artık önümü göremiyordum, dünya adeta dönüyordu ve ben bunu hissediyordum. bir anda o kudretli sesi duydum; 'canımmm, hayırrrr' dedi. bense az önce söylediklerinin şaka olduğunu, aslında tespitimin ne kadar mükemmel olduğunu söyleyecek diye gözlerimi açtım, açmaz olaydım, meğersem dünyanın dönmesini hissetmemin sebebi bir arabanın bana çarpmasıymış, hastanede uyandım. uyanmadan önce o kudretli sesi duydum 'çalışmaların çok azimli, bence devam etmelisin kontrollü deneylerine' dedi o ses bana. işte ihtiyacım olan buydu, gözlerimi açmam da bu ana tekabül eder zaten, cüneyt arkın'a aşık olan kör kızların arkın'ın değdiği elleriyle açılan gözleri gibi açılmıştı gözlerim bu cümle ile.

velhasıl kelam üzülmüş, gerek bilgiler ile gerek fiziksel şiddete uğramış ve alttan ders alır şekilde kalan ben önemli bir tespitte bulunmuş bunu istatistiki gerçeklere vurmuştum. standart sapmayı aramayı boşverdim. herkesin bildiği bir şeyde standart sapma yanlış sonuçlar verebilirdi.

son cümle. siz, siz olun 'sınava hiç çalışmadım' klişesini kullanırken ben ve benim gibilerin gözlerinin içine bakarak umutsuzluğu umuda nasıl çevirdiğinizi görün ve bir daha bu klişeyi kullanmayın ya da çalışmayın kardeşim, çok sinirlendim.

bütün genellemeler yanlıştır.

(sabah sınavım var ve 'sınava hiç çalışmadım' klişesi seni seçtim. bakalım sabah kaç kişi daha seçecek, nokta)

bomber man

ne lanet bir oyunmuş bu bomber man. büyüdükçe zorlaştığından mıdır; atarimde saniyeler içinde bitirdiğim bölümleri saatlerce oynayıp geçemiyorum. 'ehuhe senin kazmalığından olum o' derseniz size kırılırım, kazma da olsam küçükken bitirirdim bu oyunu.

oyunu hatırlatmak babında küçük bir screenshot.



bu ekran görüntüsünde de görüleceği üzere, bombaları yerleştirip bekliyorsunuz, onlar zamanı geldiğinde patlıyorlar. bu zamanı gelme olayı nedense 'hain düşman al sana bomba' diyen zeki müren repliğini yansıtmıyor. al sana bomba diyerek bıraktığınız bombadan balon (bildiğimiz balon, sağa sola bakan gözü var, beyni olduğundan şüpheliyim) kaçıyor. bu sefer yakaladım dediğinizde dalga geçer gibi diğer tarafa dönüyor. yüz yıllardır aynı slalomu yapan balon, bu sefer nedense yolunu değiştirip, mavi ve kırmızı kapıyı es geçiyor.

bu en basit olan düşmanımız. ilerleyen bölümlerde bir de hızlı mavi, fıçı kafa, dönen ve çok hızlı hareket eden yazısı turası olmayan para, duvarlardan geçen jole kıvamındaki düşman, duvarlardan geçen tek sefer bomba ile afallayan afalladığı anda vurmazsanız ölmeyen gelip sizi patlatan yazısı turası olmayan para. evet, bütün bunlarla baş ederken her bölümde bonus olarak, ekstra bomba, bombaya ekstra güç, zamanlı bomba vs. gibi işinizi kolaylaştıran faktörler veriyor. her bölümde patlattığınız 500 duvardan sadece bir tanesinde bonusu bulduğumdaki sevincim görülmeye değerdi. yengeç dansı üstüne, timsah yürüyüşü yapıp, yerdeki nihat pozu verdim. bu sırada zamanım bitmiş etraftan bir sürü dönen ve çok hızlı hareket eden yazısı turası olmayan para çıkıp benim canıma okumuş orası ayrı.

neyse efendim, konudan sapmayalım. beni bu gece sinirlendiren konuya dönelim. bizim bu kırmızı balonlar bombaya yakalandıklarında, yaradanına kavuşan ruh misali oluyorlar. böyle bir sevinç, böyle bir şaşkınlık. 'ağzını kapa sinek kaçacak' tarzı ilkokul espirileriyle yaklaştığım halde hiç bir tepki vermiyor ve ortadan kayboluyorlar.



ilk ekran görüntüsündeki oyunda, bütün duvarları tek tek patlattım ve son saniyelerde, son patlattığım duvarda kapıyı bulabildim (asıl sinirlendiğim bu aslında, resmen korkuyorum oynarken ya bulamazsam diyerek).

oyunun bana bir cilvesi, nazar çıktı diye değerlendirip geçiverdim. fakat tek başıma durduğum şu odada, kimin gözü kalmışsa bomber man oynayışımda, ikinci bölümde karşımıza çıkan hızlı maviler üstüme üstüme gelip tek bomba hakkı olan beni, efil efil esen rüzgarlara mahkum bırakıyorlar. patlayan kırmızı balonlar gibi diğer düşmanlar da aynı şaşkınlık ifadesiyle ölüyorlar. her seferinde 'ne bekliyordun koçum, hadi öbür dünyaya, ov yeah man' diyerek cenazelerini kaldırdım.

sinirden dişlerimi birbirine sürtmekten dişlerim küçülmüş az önce aynada gördüm, kenara çöküp ağladım, kimse bakmadı, baksaydı emo derdi, 'bomber man çok acımasız' der ağlamaya devam ederdim, evet.

sınav dönemi gereksiz aktivitelerden biriyle uğraşıp güzel vakit geçirmeyi planlayan beni, bir sinir küpü haline getiren bu psikosomatik oyunu kınıyorum. zamanında super mario'ya talim etmeyip başka oyunlar aramaya hevesli 'ben'e gidip uyarmak istiyorum; '1000 oyun bir arada kasetindeki 986 ıncı muslukçu'yu açıp 8-4 e getirip oyunu bitirmek, prensesi götürmek kolay, aç baştan oyna, boşver bomber man' i diyerek. en azından tsubasa kasedini alana kadar idare ederdi.

evet efendim, insan büyüdüğünde bilgisayarın 'bu büyüdü artık zor yapayım bu oyunu, nasıl zorlaştırsam, heh kırmızı sen sağa, diğeri sola, şimdi cinsel münasebette bulundum seninle, hihoha' tarzı ego tatminini sağladığı bu tip oyunlardan sakınmalı, mümküm mertebe küçüklüğünde 37 ekran, ekranı yukarı kaydığı için kaç canı, kaç puanı olduğunu göremediği televizyona bağlanmış atarisinde oynarkenki halini güle oynaya insanlara anlatmalı. hiç olmadı bomber man'den uzak durmalı, evet (8 inci bölüme geldiğimde, zamanlı bomba, çok bomba bırakma özelliği gibi her bomber man'a yar olmayacak özelliklerimle, 'eeeh sıkıldım' diyerek ctrl+w yapıp kapattım oyunu, rahat ettim ama dişlerimi hala sürtüyorum, öyle bir sinir hakim).

isteyen oynasın, diş gıcırdatsın diye linki de vereyim dedim, ama sonradan uyarmadı demeyin; http://www.nintendo8.com/game/1/bomberman/. (oynadıktan sonra iletişime geçelim, dişçi tanıdığım var, yabancıya gitmesin)

tsubasa var mı lan?

18 Haziran 2009 Perşembe

un kurabiyesi nin hikayesi "yazının bulunuşu"

un kurabiyesinin medeniyeti yarattığını ama yabancı güçlerin onu yıprattığını söylemiştim. gizlerini sadece kendilerinde saklamak istiyorlar bu yabancı güçler. çok adice geliyor kulağınıza hatta kimileriniz 'fak of, oh may god' demeye başladınız, kimileri ise 'hep bu sahiplenememek ve sorumsuzluktan, belediye çalışıyor ama hakkını yemeyelim' dedi, hissettim bunu (mazur görün beni, aracı kurumum ben, evrenin özü olan un kurabiyesi herşeyi hissediyor da nörotransmitterler aracılığıyla yazmaya zorluyor beni, yoksa ben düşüncelerinizi okumak istemem).

neyse efendim. 'tekerleğin icadı - yazının bulunuşu, arada hiç bir şey olmadı mı bu mudur un kurabiyesi hahaha, evrenin özü olmuşsun ama tarih öğrenememişsin' diyebilirsiniz. hayır, işin aslı kesinlikle böyle değil. kavimler göçü ile uzay çağına girdiğimizi ben de biliyorum (at üstünde koştururken ışık hızına yaklaşmıştık, dünyada geçen sürenin farkına varamamışız).

konumuz iyice sapıttı, yanlış yerlere gitti. toparlamak gerekirse, aralarda olan olayları anlatacağım elbette ama öncelikle yazının icadı ile şu an yazılarımızla doldurabildiğimiz onlarca internet sitesini, gazeteyi, dergiyi, blog ları, sözlükleri aslında un kurabiyesine müteşekkir olarak doldurmamız gerektiğini, bir vefa borcu bildim, konuya giriverdim.

un kurabiyesininin tekerlek keşfine yaptığı katkıya ufak bir değinerek başlayalım. un kurabiyesi toplumları barışa ve huzura sevketmişti o dönem. insanlar mutlu mesut yaşıyorlardı. fakat üretim tekelinin yavaş yavaş mezopotamyaya göçen sümerlerin eline geçtiğini gören topluluklar arada savaşmakta, savaşa harcayacakları enerjiyi un kurabiyesi üretmek için gerekli olan mahsülün ekimi biçimi için harcasalar daha çok karda olacaklarını unutmuş, mutlu mesut un kurabiyesi yiyen sümerler e her biri kendi tanrısının ismini ikileyerek saldırmaktaydı. tanrısı olmayanlar ise köyde yolunuz gözleyen sevgilisini anıyor, bu arada toplar patlıyor, düşman akın akın saldırıyor, çöken sis ile birlikte ilahi bir güç.. pardon bu çanakkale savaşındaydı.

sümer devleti o yıllarda mezopotamyaya sonradan yerleşmiş olmasına rağmen yerli halk sayılabilecek kadar mezopotamyada zaman geçirmiş, yerli halkın inançlarına ve kültürüne saygı göstermiş, tek niyetlerinin daha fazla un kurabiyesi yemek olduğunu da belirtmeden geçmemişti. sümerler de az kerata değildi. bütün iyi un kurabiyesi yapıcılara ülkelerini açmışlar, böylece diğer devletlerin kolpa un kurabiyesi yemesine, dolayısıyla da agresifleşmesine yol açmışlardı. gelin görün ki diğer devletlerin tacizlerinden daha önemli bir sorun vardı.

en büyük soruna tekrar derinlemesine baktığımızda aslolanın gerçeğin un kurabiyesi yiyen kişilerin konuşamamasında olduğunu görürüz. un kurabiyesinin damağın her yanına yapışarak hazzını daha uzun süre hissettiren iyi niyetli bir kurabiye olduğu hatırlatmasını da tam bu noktada yapmalıyız.

kimi zaman parolayı soran gece nöbetçilerinin parolayı soramamasından ötürü yenen baskınlar ülkeyi bir kaosa sürüklemek üzereydi. 'nöbetçiler, nöbetçiler' diye bağıramayan prensesler tecavüz kurbanı oluyorlar, kimileri recm ediliyor, kimileri sabahları 'namusun namusumdur, yalnız kurt' gibi saçma sloganların altında ölü bulunuyordu (he diyeceksiniz ki hani yazı bulunmamıştı, ben de hemen cevabı yapıştıracağım. bir oyuncak kurtun altına asılan bir baş örtüsü ile belirtiliyordu bu). ülke un kurabiyesinin haksız dağılımının getirdiği sınıf çatısması ile çalkalanıyordu. dünyanın bütün un kurabiyesi yiyenleri birleşin sloganı bu zamanda ortaya çıkmıştır ki aynı dönemde kraliçe ksanodrop'un televole muhabirine yaptığı 'hehehoy, günlerde un kurabiyesi bulamıyorlarsa oturup birbirlerini yesinler, ne espiritüelim' çıkışı altın günü yapan kadınlarının da bu kaosa eklenmesine sebep oluyordu (bu gereksiz espiritüellik katılmış, günümüze uyarlanmış tarihsel olayları un kurabiyesi zorla yazdırmaktadır).



ülkenin bu şartlar altında daha fazla yaşayamacağı malumdu. bu kaos ortamında bile insanlar birbirleriyle konuşamıyor bu yüzden kimin hangi sınıftan olduğu anlaşılamıyordu. işte bu anda biri son yüz metreye girerken arkalardan yaptığı atakla öne geçti. toplumsal yapıda geride kalmış, aynı zamanda utangaç bir aşık olan zeki idi bu (tekerleği bulan zeki'nin onuncu kuşaktan torunu). ne zaman cesaretini toplayıp çeşme başına gidip huriye'yi görse un kurabiyesi yemekten dolayı onunla konuşamaz, kendi kendine kahır eder, arabesk dinler, depresyona girerdi. artık canına tak ettiği gecelerden birinde taş bir tabletin üstüne 'huriye (kalp) zeki' yazdığında aslında nasıl bir şey yaptığının farkında değildi.



bir sonraki gün huriye'ye bunu gösterdiğinde, huriye ona 'inanılmazsın, şu an ilk çağı kapatıp, orta çağı açtın biliyor musun, evlen benimle' dedi. bunu gören topluluk boş tabletlerin üstüne, aşklarını, hikayelerini yazdı. sınıfsal farkın oluşmasına yol açan 'bizde söz kanundur, yanlış olmaz bizde' düşüncesi yıkıldı. artık her şey tabletlere yazılıyordu.

evet efendim, işte un kurabiyesi sonunda her şeyi tatlıya bağlayacak, üstüne üstlük insanlığa bir gecede aklı bir karış havada zeki tarafından çağ atlattıracak icadı insanoğluna hediye etmiştir. sadece bu bile bize un kurabiyesinin ne kadar kıymetli olduğunu fakat yozlaştırılmış yapım teknikleri sebebiyle yeterince değerinin anlaşılamadığını anlatabilir.

sınıfsal farkların, un kurabiyesi ile yıkıldığı günlerde görüşmek üzere.

çağımız un kurabiyesi çağıdır.

(zeki'nin onuncu kuşaktan torunu zeki de aldı kızı, un kurabiyesinin esra erol ile izdivaç tadında olduğu anlardan, kıymetini bilelim)

17 Haziran 2009 Çarşamba

sadece müzik dinlemek için uzun yola gitme arzusu

başlığa bakıp 'ahaha otur evinde dinle o kadar para harcayacağına, hem pilin biter yolda, loser' diyenleri anlayabiliyorum. bir zamanlar ben de böyle düşünürdüm. hem de henüz yumurtadan yeni çıkmış bir ornitorenk yavrusuna bakan japon kızlar edasıyla.

ama hayır! işin aslı böyle değilmiş. yol müzikleri denen kavramla tanışmamışım henüz. tanışmam ise elime geçen bir cd ile olmuştur. hemen aklınıza müzik cd'si geldi değil mi. kimileri ise 'porno mu lan o, sonra bana da versene' demiş olabilir. her iki görüşün de yanıldığını anlamak için ulema veya ruhban sınıfından olmaya gerek var, evet.

elime geçen cd 18 wheels of steel across america adlı oyunun kompakt diskiydi. tır sürdüğünüz bu oyunda arka fonda çalan müzikler adeta 'durma adamım, yola devam et, polisi boşver, bas dude' der gibiydi. sonsuz bir yol alma tutkusu katıyordu insana. benzin bitti, durdum, cezamı yedim, orası ayrı tabi.



'pis emperyalist, amerika birleşik devletleri karayolları müdürlüğünün yollarına tav olmuşsun sen' diyenleriniz olabilir. tav olduğum nokta kesinlikle bu değildi. inanınki değildi. müzikleri inanılmazdı bu oyunun. şimdi diyeceksiniz ki 'olum o oyun, hem de tır kullanıyorsun onda, senin tırın mı var sanki böyle yazılar yazma girişimine girişiyorsun, hem türkiye yolları böyle mi, ulan ne amelesin he, ekiki'. tırım olmayabilir, hatta bu bana ekstra özellik bile katabilir. böylece tır kullanırken dinlenecek müzikler olan hard rock, heavy metal gibi türlerden de bağımsızlaşmış olurum. hem de tır gibi yükümlülüğü yüksek bir araç kullanmamış olurum. benzin parasından da kurtulmuş olurum hem de. 85 kuruşa sonsuz kere trene, tranvay veya vapura binebilir, kliması çalışmayan metrobüs ile boğazın serin sularını izleyerek 1 saat 15 dakika müzik dinleyebilirim. hem de hiç birinde önümdeki aracın nasıl gittiğine bakmam gerekmez. 'pis komünist, toplu taşımaları övüyorsun, hem de çalışanlarına kölelerin gibi bakıyorsun, hem komünist hem emperyalist hem de topsun olum top' diyenleriniz çıkabilir. ilk iki gerekçeyi anlarım ama son gerekçeyi nerenden çıkardığınızı anlayamam, ayrıca görüşlerinize değer de vermem.

bu arada unutmadan eklemeli, benzin göstergesine de bakmalısınız arada, çünkü biten benzin, tümsekten 65 km/h hızla geçen acayip amortisörlü tırdan çıkan ses gibi, sadece müzik dinlemek için uzun yola gitme arzunuzu 'pıs, pıs, pıs' yaparak söndürebilir, aman dikkat.

neyse efendim. bu kadar sapıtmışken konu, özüne geri dönelim. bu oyunla bile değeri anlaşılabilinen sadece müzik dinlemek için uzun yola gitme arzusuna siz de ulaşın. bunun için oyunu oynamanıza gerek yok. bu müziği fona koyup aracınızla biraz yol aldığınızda siz de uzun yola gitmek isteyeceksiniz.



henüz yeterince bana arzu katamadı diyorsanız; buyrun, bu şarkı ve klibi sizi yola gitmeye itecektir.




iyi yolculuklar, yedek pil almayı unutmayınız.

cıklama

bazen insanın toplum içine karışamadığı anlar olur. ne yaparsa yaranamaz, peşinden koştuğu toplumun her seferinde uzaklaşışını, elleri dizinde bir basketbol oyuncu edasıyla izler. her dinlenişinde bu uzaklaşışa bakıp 'ne içiyorlar ki bunlar' der.

bazen ise hiç umursamadığı toplum onun peşinden koşar. ne yaparsa göklere çıkarılır, bir türlü uzak durmaya çalıştığı toplumdan soyutlanamaz. böyle anlarda vücuduna kene yapışmış, kenenin zararlarını da televizyondan (seda sayan, kuşum aydın) yeni duymuş bir mahalle teyzesi edasıyla bakar topluma.

büyük çoğunluk bu ikisinin dışındadır. bu ikisi standart sapmanın da dışında yer alırlar. az bulunurlar, o yüzden kaideyi bozmazlar.

toplum insanları pink floyd ve türevi rock grupları ve alternatif, ultra gereksiz, insanları yoldan çıkaran, kötü ve zararlı düşünceleri bulunan, en önemlisi düşünen filozoflar, sanatçılar, bireyler tarafından acımasızca eleştirilmişlerdir. bu sapkınlar gibi düşünce üretmek beni toplumsal ortalamadan uzaklaştıracağı için kategorizeleri çeşitlendirmek istemiyorum ama standart sapmanın sınırları içerisinde çeşit çeşit olduklarını da söylemek istiyorum. istediklerim ve istemediklerimin kategorilerine birer çivi çaksam şu an ikisine de çakmazdım, saçmasapan isteklere çekiç sallamazdım.

neyse efendim konumuza dönelim. bu büyük çoğunluk ilerde çocukları için ekonomik, kültürel, sosyal altyapıyı hazırlarlar. çocuklarını hazırlarlarken az bulunan iki tipten ve standart sapmanın uçlarına doğru yerleşim göstermiş insanlardan uzak durmalarını söylerler. mümkün mertebe orta veya ortaya yakın yetişsin, iş sahibi olsun, 3 çocuğu, bir villası, bir aston villası (maksat kafiye) (aston villa takım olum ne amelesin diyebilirsiniz, haklısınız) olsun isterler. villayı baba bahçeli ister, gelip domates yetiştirecektir. çocuk bunlara uyup yetişir girer bir yerde çalışır, etliye sütlüye bulaşmadan yaşar.

amma velakin! aileler için zurnanın zırt dediği yer olarak geçen, bu ortalama toplum genellemesinden uzaklaşan bireylere dönüşen çocuktur. aile olarak müdahalelerde bulunurlar, türlü çaba gösterirler. biraz varlıklı iseler rehabilitasyon merkezlerine giderler, haftalığını keserler. durumu iyi olmayan bir aile ise konuşma yoluna gider. her iki ailenin başarıya ulaştığı durumların yanında, çocuklarını daha çok dışa ittiği durumlar da sıktır.

bu durumda 'ailenin çocukla konuşması mı konuşmaması uygundur, bu kadar yazı yazdın, hiç aydınlatmadın bizi, çoluk çocuk sahibi insanlarız, düzgün çocuklar istiyoruz' dediğinizi duyar gibiyim. aile içi ilişkilere karışmadığımı öncelikle belirteyim. babadır, döver de sever de atasözümüzü benimsemeyin ki çocuğunu damlaya damlaya göl olur, yeter ulan damlacıktan sel olur misali konuştuklarınızın üstünden ve ellerinizden akıp gitmesin (aile içine karışmasam da alttan alttan özlü atasözleriyle süslenmiş cümlelerle, gizli anlatımlar vasıtasıyla mesaj vermeye çalışıyorum, çaktırmayın).

'birader güzel söylüyorsun da profiline baktım 21 yaşındaymışsın, ergenliğe erken girdiğini, hemen çiftleştiğini hesaba katsak, çocuğun olsa olsa 9 yaşındadır' diye itirazlar gelecektir. efendim haklısınız, bu koşullarda böyle önerilerde bulunmam pek de mantıklı gözükmüyor fakat sınav çalışmalarım sırasında öğrendiğim bir şey var (uykuyla pekişmiş durumdadır kendileri), çocuğa iyi davranacaksın. 'ahaha, ulan ben de bir şey sanıp yazını okuyorum, bunu sen söylemesen de biliyordum' diyebilirsiniz. bazen bilgileri hatırlatmakta fayda vardır. nasıl ki her gün başbakan çıkıp 'böyle yaptık, iki gün önce de böyle yapmıştık, üç gün önce de bunu yaptık' diyerek hatırlatıyor, bir gün sonra aynı açıklamayı birer gün ekleyerek tekrara bağlıyor, aynı mantık. hatırlayın, hatırlatınız maksatlı.

çok saçma yerlere giden konumuza geri dönecek olursak. asıl ilgilendiğim kısım birinci kısımdaki insanlardır. topluma ne kadar yanaşsa da toplumun kendisinden kaçtığı bireyler. bu çıkarıma ise şu videoyu izleyerek ulaştım.



hayatında hiç böyle birini tanıdın mı desen, tanımadım diye cevap veririm. çünkü dürüst olmak toplumsal ortalamaya yakışır bir birey olmanın en önemli kuralıdır.

her gün yemeğinizi yiyiniz, size vaadedilen düşleri (düş kurmak sapkınca düşüncelere itebilir, ortalamadan uzaklaştırabilir aman diyeyim) alarak çıkınız evinizden. kahvaltıyı atlamayınız, altındır o. baktınız biri yanınızdan toplumsal altyapıya uzak bir birey gibi geçiyor, 42,5 derecelik bir yaz gününde, kliması çalışmayan otobüste, ter kokan koltuk altının burnunuzun üstüne dayatılması gibi kafanızı çevirin ve 'cık cık cık' sesini çıkarın. sizi duyan toplumsal duyarlılığı yüksek insanlarla bu cıklamayı sürdürün.

toplumsal yapıya saygılı olun.

ya da sittiredin, gelin alternatif olun.

16 Haziran 2009 Salı

yafta



dava gahan'ı bu klipte yaftalamak isterdim, demek isterdim ki 'sapık gibisin oglum, çocuk sapık, tipe bak ehe'. ama diyemedim, seslenemedim kendisine. aksine bu dansın tek yakışacağı kişi olarak seçtim kendisini.

kendimde denedim bu dansı fakat sonuçlar üzücüydü. bir mevlana huzurunda, bir dave gahan coolluğunda beceremedim bu işi, ikinci 360 dan sonra yere düştüm; başımı vurup bayılmışım, annem amonyak koklatıp uyandırmış; az daha 'tecavüzcü, bırak lan beni; olum seni dövdürürüm, sedat bilmemnenin yeğeniyim olum ben' diye bağıracaktım ki, annemmiş huzura erdim, sarıldım; freud görse sapık yaftasını yiyecek olan bendim, ucuz kurtardım.

bu fikri paylaştığımda insanların, 'gerçekten ilginç bir tespit; doğru söylüyorsun; olum ne manyakmış, aç bir daha aç, o değil olum bak altta pamela yazıyor' demesini beklerdim ama öyle olmadı. sanki herkes bu görüşte söylemeden birleşmiş de facebook ta 'dave gahan'dan başkasına yakışmayan bu dansı seven 123456789 kişi bulabilirim' tarzı grup kurmuş gibiydi.

yıktın beni dave.

yaftalamadan düşünün.

kahvaltı

sabah ilk dinlediği parçanın heart of glass (blondie) olmasından kaynaklanan saçmalık (saçmalık ne ola ki, haz veriyor olum o şarkı) ile başlamanın verdiği hareketlilikten nasibini alamayan ders çalışma azmini takdir ettiğim kişi oldum bu sabah.. (iki noktanın verdiği inanılmaz depresyon gücü)

yarım ekmek, bir üçgen peynir, biraz peynir, biraz vişne reçeli ile bir saatte geçiştirilmiş kahvaltı (okuduklarımdan öğrendiğim bir şey var, kahvaltı es geçilmemeliymiş, bir de çocukların yanında yemekler hakkında olumsuz görüş bildirmemeliymişiz) (dün gece okumuştum, yaptığım kontrollü deneyin sonucunu gösterme amaçlı bilgi aktarımı). kimileri 'kahvaltı, peynir, unuttum ben onları' diyebilir. günümüz dünyasının sonsuz tüketim ağında en ucuz yapılabilinecek aktivitelerden biridir kahvaltı. sesler geliyor, 'olur mu lan, sen hiç boğazda kahvaltı etmemişsin, hatta boğazı bile görmemişsin, deniz görmemiş istanbullu davar' şeklinde. kimi kimi sesler de 'ay evet çok ucuz, geçen branç a gittik, kişi başı 100 lira istediler' diyebilir. iki sesi de ara nöronlarımla devre dışı bırakıp şu sese ulaşıyorum. 'evet, haklısın kahvaltı es geçilmemesi gereken bir öğün'. hak verilme hazzının verdiği gaz ile göklere çıkmış olan ben bu sesin kendi beynimin bir ürünü olduğunu 'gel de şuraya sofrayı topla, ye iç git ne güzel' diyen annemin sesinin kulaklarımı açmasından anlıyordum. gece yatarken kulaklarım rahat etsin diye doldurduğum bimden alınmış pamuk, annemin bu çağrısı karşısında eriyip gitmişti.

pamuk denince aklıma gelir, çocukluk anılarım arasında travmatik bir şekilde yer alan, pamuk helva. zararlı diye binlerce çocuksal öğeden mahrum bırakılmış bir çocuktum ben. pamuk helva, meybuz alma (hemen bir bok bilmiyor la bu sonraki blog demeyin, travma diyorum, yarım elma yerdim küçükken ben her gün taam mı!) gibi travmatik çocuk deyimleri ortaya çıkarmıştı bende. aynı zamanda bütün zararsal öğelerden uzak tutulmuş ve büyüme gelişmesi 75 inci persantil eğrilerinde seyretmiş ben, ilerde, 25 persantilde kalakalmış arkadaşlarımın bu maddeleri tüketmekten dolayı vücutlarında erken yaşta oluşan deformasyona bağlı erken ölümlerine de tanık olmak zorunda bırakılmıştım, ailem tarafından.

konumuzdan sapmadan gelelim. kahvaltı çok faydalı ve es geçilmemesi gereken bir öğündür yazar her yerde. hatta bir arkadaşım 'altın madalya alacağına, bir kilo peynir ile 2 ekmek al daha mantıklı, çünkü kahvaltı altın, öğle yemeği gümüş, akşam bronz gibidir' demişti. arkadaşıma içimden akıl fikir dileyerek, dışımdan ise elime telefonumu (nokia 3210) alıp 'oo, öyle mi, hemen geliyorum' tarzı sapkınca bir monolog oluşturup, arkadaşımın 'ne olmuş' demesine fırsat bile bırakmadan, 'gitmem lazım' diyerek uzaklaştım yanından. yemek yemeyi kürsüye çıkmak gibi değerlendiren adamın, kahvaltı yaptım ben edasıyla, ata sporu güreşte altın madalya kazanmış gibi birazdan istiklal marşı okumayacağı ne malumdu.

yıllar geçti bu olayın üstünden. şimdi çocuk notlarını okurken tekrar gözüme çarpan bir slayt üstüne arkadaşımın hakkını yediğimi düşünüyorum. o an her balkonda türk bayrağı asılı olmasından etkilenmiş olabileceğimi düşündüm. 23 nisan ya da 19 mayıs tı sanırım tarih. 'neden 30 ağustos veya 29 ekim değil, ayrıca atamız 10 kasımda ölmüştür o gün de olabilir' diyen sesleri bastırmak amaçlı, ilkbahardı diyip konuyu kısa kesme gereği hissettim.

arkadaşımın haklılığı ve benim ona verdiğim tepki karşısında hüzünlenip ağladım demek isterdim ama öyle olmadı. çünkü kahvaltı yapmıştım ve altın madalyayı kapmıştım. sevinç gözyaşları dökmedim, ahaliye 'çok coolum, hayvani madalyalar kazanıyorum' havası atmamak ve gelebilecek nazar oklarından etkilenmemek için.

evet efendim, kahvaltı es geçilmemesi gereken bir öğündür. hatta kahvaltı yapar, altın madalyayı kaparsanız ve etrafta türk bayrağı görürseniz, istiklal marşı bile okuyabilirsiniz.

kontrollü deney - çok önemli çalışmalardan sonraki uyku bilginin kalıcı olmasını sağlar

şu dünyada 21*365 gün 6 saattir hayattayım. şu kuralın şaştığını görmedim.

kontrollü deneylerimde en büyük desteği aldığım kız arkadaşım aslında çok da üstünde durulmayan bu konuyu yakın bir tarihte kutladığımız doğumgünümde hediye etti. evet içinizden kimileri 'kandırmış seni olum, yiyiyor seni, ucuza getirmiş akıllı kızmış ehehe' diyebilir. aldığım bu hediye şimdiye kadar aldıklarım arasında en iyisiydi. düşünceden daha güzel hediye var mıdır sorarım size dostlar.

konumuzdan sapmayalım. efendim şu kadar gündür hayattayım, ne zaman sınavım olsa son gün gelince çalışmaya başlar akşam yetiştiremeyince 'yatiiim sabah çalışırım ne de olsa' diyerek fosur fosur uyur o dersten de bir o kadar güzel kalırım.

fakat bu süreçte arada çalıştığım sınavlar da olmuştur. bu sınavlara çalışma sürecinde de tek desteğim uykular olmuştur. öğlende okuduğum üç beş sayfanın pekişmesi için yatıp akşam kalktığım ve kalktığımda 'buralardan soru gelirse yardırırım' dediğim sınavlar.

evet efendim. sadece kendimde midir acaba bu özellik, herkeste var mıdır diye araştırmaya karar verdim. öncelikle bunun geçerliliği için bir sınava çalışıp uyumadan, bir sınava da uzun bir süreçte uyku - çalışma - uyku triadında yaşayarak girdim. sonuçlar inanılmazdı. ikisinden de ortalamanın altında kalmıştım fakat triadı gerçekleştirdiğim sınavda ortalamaya daha çok yaklaşmıştım. bu da gösteriyordu ki bende işe yarıyor.

sonra ilk iş olarak arkadaşlarıma danıştım. 'hafız sen nasıl çalıştın dedim' sınav günü uykusuzluktan çökmüş gözlerini ve yüzünü hatırlayarak. cevap veremedi, kenara geçti uyumaya başladı (kalmanın verdiği hüzün ile). cevabımı almanın mutluluğu ile fonda 'aşk bahçemi süsleyen inci çiçeğim misin' şarkısı eşliğinde kız arkadaşımın yanına gittim. onun sınavı yoktu fakat bu deneyin doğruluğundan ve geçerliliğinden emindi. kendisine test yapmayı uygun bulmadım çünkü kendisi öss de ve okuldaki sınavlarda gayet kanıtlamıştı bunu. diyeceksiniz ki bir tane mi arkadaşın var hemen kız arkadaşına koşuyorsun, sonuç alma amaçlı bir gidiş bu diyerek cevap verme hakkımı kullanmak istiyorum. sonra geri kalan arkadaşlarıma sorduktan sonra şu sonuca vardım.

çalışıp uyumadan sınava girenler: iyi notlar almışlardı fakat ilklerde yer alamıyorlardı.
çalışıp uyuyarak sınava girenler: belli ki hepsinin çalışma anlayışı benimki gibiydi ve düşük notlar almışlardı. 'çalışma' nın sorgulanması için ayrı bir deney grubu kurma kararı aldım.
çalışmayıp uyumayanlar: bunlar en altta yer alan öğrencilerdi, sınavda kopya çekecek gözleri hiç dinlenmediğinden, sınavda en altta yer almışlardı.
çalışmayıp uyuyanlar: bu öğrencilerin kimileri oldukça iyi notlar almıştı. kopya ihtimali için ana bilim dalına başvurdum, gerekli araştırmaların yapılacağını söyleyerek kovdular beni. ama genel ortalama alt ile ortalama arasında sıkışmış bir dağılım göstermekteydi.

sınava giren 300 kişiden en yüksek notları alan 24 kişiye sorma gereği hissetmedim. onlar kütüphanede yaşayan, kütüphanede çiftleşen, kütüphanede büyüyen, kütüphanede aşk yaşayan, kütüphanede kütüphane insanlarıydılar.

evet bunun sonucunda anladım ki çalışmalarımız sonrasında hafif şekerlemelerle bunları desteklersek başarıya ulaşmamız daha rahat olacaktır. 'hadi lan sittiriboktan araştırmana mı inanacağız' diyebilme ihtimaline karşı, isviçreli bilim adamlarına da başvurup deneyin geçerli olduğu hakkında belge aldım. (burada sadece özetlenmiş bilgiyi sundum, isteyenler 4536 sayfalık araştırma raporuna ulaşabilirler)



(aslolan belgeyi kaybetmişim ama isviçreli bilim adamlarının verdiği belge buna benzer nitelikte idi)

ben bu heyecanla kız arkadaşımın yanına koştum ve ona bu belgeyi gösterdim. kendisinden 'beni çok sevdiğini, hayatta gördüğü en inanılmaz kişi olduğumu, voltranı oluşturan güç olduğumu' duymayı bekleyerek gitmiştim yanına; havada salvolar atarak. fakat kendisi bana 'ee boşuna araştırmışsın, ben sana söylemiştim' dedi. bir an için dünyam karardı, arada şekerim düşer ondandır demek istedim ama öyle değildi. o sırada ilk yardım yapmaya gelmiş olan görevlilerin sesinin, yerde solunumu ve dolaşımı durmuş ama bilinci açık hastaya gelişi gibi bir ses duydum. o ses bana 'ama çok başarılı bir araştırma olmuş, devam et kontrollü deneylerine' dedi. evet aradığımı bulmuştum ve bu benim için yeterliydi.

evet efendim, uzun süren çalışmalarım sonucunda bütün insanlarda 'çok önemli çalışmalardan sonraki uyku bilginin kalıcı olmasını sağlar' bilgisinin doğruluğunu ispatladım. yani sınavdan önce çalışır ve uyursanız, sınavda başarılı olmanız deneysel geçerliliği ispatlanmış olan bu kontrollü deneyin sonuçlarına göre %100 olacaktır.

(standart sapmayı aramamaya karar verdim bu deneyde, onlarca günüm uykusuz geçmişti, iyi bir uyku geçirmeliydim. yakında sınavımın olması ise ayrı bir ironidir, geliştirilmiş taktiklerimi kendi üstümde deneyemeyeceğim)

(deneyi yapan kişi olarak uyku (2 saat) - çalışma (10 dakika) - uyku (2 saat) triadını uyguladım fakat dozunun da yeterli olması gerçeğini ortaya çıkaran bu deneyim, benim alttan ders almama sebep oldu) (deneyi sınavınızdan önce denemeyiniz)

bütün genellemeler yanlıştır.

15 Haziran 2009 Pazartesi

un kurabiyesi nin hikayesi "tekerleğin icadı"

un kurabiyesi serisinin ilk basamaklarından biri de tekerleğin icadıdır.

nörotransmitterler aracılığı ile bildirdiği kadarıyla aktaracağım bu hikayeyi, aralarda inhibisyon ve ara nöronal aktiviteler yüzünden kopukluklar olabilir, suç tamamen nörotransmitterlerdedir.

'bigbang den tekerleğin icadına geçtin birader aralarda ne olmuş hiç bahsetmedin' diyen artçı sesleri duyar gibi olduğumdan açıklayayım. o aradaki ilginç yolculuğu, evrilmenin başlama sürecini daha kapsamlı bir hikayede daha öncül bir aktör ile aktaracağım.

neyse efendim. un kurabiyesi öncelikli olarak dünyaya düşmek için atmosfere girmiş, pek tabi ki kavrulmuş demek isterdim, mantığım başka bir yol göstermiyor bana ama hayır böyle olmamış. un kurabiyesi hikmetinden ötürü kavrulmamış olduğu gibi düşmüş dünyaya. bu sıralarda insanlar mağaralarda gezinir, avcılık ve toplamacılık ile yaşamlarını sürdürür durumdalar.
gecelerden birinde kız arkadaşını koluna takmış, ışık kirliliğinden haberdar olmayan gökyüzüne bakar durumdaki gencimiz, bir yıldızın kaydığını görmüş. hemen dilek dilemiş (batıl 10000 yıl önce de batıl). dileği ise 'şu başlık avını bir avlayayım, ne olursun alacam bu kızı' imiş. kız ise 'kır düğünü istiyorum, umarım bir mağara tutmaz' diye dilek dilemiş. efendim 'miş' dediğime bakmayın ben de aracı aktarım kurumuyum burada, şüphesiz ki un kurabiyesi yalan söylemez. normalde kayan yıldızların hemen yok olmasını bekleriz fakat bu yıldızımsı obje bir türlü kaybolmamış aksine gittikçe büyüyor ve yaklaşıyormuş. eleman kız arkadaşının üstüne atlamış, içinden geçirdiği duyguları yaz(a)mıyorum, o zaman blog a girerken uyarı ile karşılaşabilinir. niyeti burada kötü aktarmışım gibi oldu ama oğlanımız saf da olabilir, un kurabiyesi erotik hikayelerin çekiciliğinden dolayı bu işe girişmiş olabilir. ortalama beklentisi kızı korumak sonuçta. bu yıldızımsı obje yaklaşmış ve düşmüş. düştüğü yerde krater oluşturmuş olmalıydı mantıken ama hayır öyle olmamış. hafif içerikli anlayacağınız (gece vakti yapacağım espiriye sıçayım).

erkek olan bu düşen objeye ilgiyle yaklaşmış, bir o kadar da korkuyormuş, geçenlerde birinci kuşaktan amcagilin oğlu holölo tanımlanamayan uçan cisimlerden birine yaklaşınca ölmüş. çat diye bir ses gelince bizim eleman mağaraya koşmuş, sabah yaklaşır, ahali ile bakarız diye düşünmüş.

sabah olunca ahali yaklaşmış bu tanımlanamayan uçan cisme. beyaz, unlu, büyükçe bir şey. ahalinin en bıçkını en önden gidiyormuş, buna kıl olan diğer zıpır delikanlılar arkasından ittirmişler, bıçkın un kurabiyesi nin üstüne düşmüş, ağzı burnu un kurabiyesi olmuş. yalanırken tadının harika olduğunu farketmiş, ahaliye bunu anlatamamış, çünkü gerçek un kurabiyesi yedikten sonra insanoğlu konuşamaz (damağının her bir yanına yapışır ve bütün hazzını yaşatır, böyle de iyi niyetlidir kurabiye). derdini anlatamamış ama el kol bir şekilde anlaşmışlar. zaten makul olarak henüz konuşma dili de tam oturmadığından bu kısım çok da zorlayıcı olmamış, fakat sümerler zamanına gelince etkileri bambaşka bir şekilde görülecekmiş (daha ileride un kurabiyesi nin hikayesi "yazının bulunuşu"). daha sonra bunu anlayan ahalinin en yaşlısı biraz ısırmaya çalışmış ve bundan etkilenmiş hemen köye götürmeyi önermiş. fakat tanımlanamayan uçan nesne oldukça ağır ve büyük olduğundan nasıl yapacaklarını bilememişler. 'haydi beyler bir el atın' nidaları yükselmiş ama el atacak kimseler henüz belediye sokağa isim vermediğinden oradan geçmiyorlarmış. nasıl yapalım ne edelim şunu köye götürelim diye düşünürlerken, içlerinden dün gece kız arkadaşına kolunu atmış olan hem ahalinin köye gidince 'iyi de birader sen orada ne arıyordun gece vakti' demesinden kurtulmak amaçlı parlak bir fikir ile atlamış ortaya. kaldırın demiş tek bir yanından havaya. 'haydi beyler, 1,2,3 hoooop' sesleri arasında kalkmış tek bir yanı destek olarak havaya. bizim erkek devirerek götürelim diyecekken, hafif eğimli olduğundan kurabiye yuvarlanmaya başlamış, bunu gören ahali durur mu kimi öne kimi arkaya yerleşmiş ortalama bir hızda götürmüşler köye, çocuğa da zeki adını vermişler.

bu kadar ağır bir cismi böylesine rahat getirebildiğine şaşıran ahali hemen buna benzer yuvarlak cisimler oymaya başlamışlar.


(erdil yaşaroğlu da oldukça yaklaşmıştır olayı çözmeye)

aslında çift taraflı eklentiler, araya sopa germeler, öne at koşmalar, arkaya fayton koymalar, kibariye parçaları eşliğinde, atın bok kokusunda sürdürülen romantik gece yolculuklarının asıl kaynağı olan bu tekerlek cisminin dayandığı temel bu un kurabiyesinin köye getirilişinde saklıymış. (daha da uzayabilirdi yazı sıkıcı olmaya başlayacağını düşündüm, un kurabiyesi anlattığında bir sürü gereksiz ayrıntıda kendini öven cümlelere yer vermiş, gerekli gereksiz bilgiler eşliğinde hikayeyi sonsuz uzunluğa çekmeye çalışmıştı da, uyumuşum hatırlamıyorum).

neyse efendim, bu tekerlek cisminin şu an toplumumuzda yol açtığı değişikliğe, tek dişi kalmış medeniyeti bile sırtında taşıyarak onu yaşatmasına bakarak tekerleğe 'büyük icat' diyenlerin ufuklarını açmak, aslında icat değil bir keşif olduğunu, kaşifinin ise aklı bir karış havada 'zeki' nin olduğunu anlatmak istedim (ben istemedim, un kurabiyesinin kontrolü altındayım).

un kurabiyesi bu etkisiyle bile insanlığın değer vermesi gereken çok önemli bir nesne iken şimdi yabancı güçlerin elim saldırısı sonucu her köşe başındaki pastanede aslından uzaklaşmış bir şekilde 1 lira, evet sadece 1 liraya satılmakta. un kurabiyesinin gerçek değerinin anlaşıldığı günlerde görüşmek üzere.

çağımız un kurabiyesi çağıdır.

(zeki kızı aldı hem de başlık avı vermeden) (işin aşksal boyutunda da un kurabiyesi üstündür)

kontrollü deney - trafikte bir metre

efendim öncelikle sabah yazmazsa ölecek hastalığına kapıldığımdan dolayı hemen yazma gereği hissettim. oturdum ve düşündüm sonra klavyeye değdi parmaklarım demek istedim ama diyemedim, film tadında yakaladım yazacaklarımı, aklıma geldi. şu an arkada biri olsa, kamera ile çekse film olur. aslında arkada biri olursa korkarım, kimse yok evde yoo..oksa. yokmuş.

bir zamandır araba kullanırken arka araçtaki insanların yaptıklarına dikkat ediyorum. tabi ki 'ay adam belki sevgilisini öpüyordur, pis sapıkkk' tarzı tepkiler gelecektir. öyle değil. sadece aracı takip ediyorum. istanbul trafiği malumunuz. biri bir yerden bildirse bir saat sonra aynı yerdeki adama tekrar bağlandığınızda adamın, duran arabalardan birindeki bir hanımefendi ile aşk denizine yelken açması bile olası, o denli durağan. ben de aracımda ilerlerken sıkılırım trafikte. içime darlık gelir, eksen de o sıralar kötü ise, evet artık tam bir çiledir o yol bana. trafiğin kimi yerlerde 90 km/h hızla, kimi zaman 3 km/h hızla ilerlediği böyle günlerden birinde (ki hiç anlamamışımdır nasıl oluyor bu) önümde oluşan 1 metrelik boşluğa eh sıkıldım diyerek debriyaj - birinci vites - gaz - kavrama noktası (yukarda kavrıyor abi ne geyiktir) - ileri gidiş - fren heksadını yaptıktan sonra, gözüm arkadaki arabaya takıldı. inanılmazdı o bir metrelik boşluğu aynı şekilde değerlendirdi. arkasında görebildiğim kadarıyla tüm arabalar böyle yaptı. tek sıkılan ben değilmişim diye düşündüm tabi ki ama işin aslı bu değildi. deneyi tekrarlamayı düşündüm o yüzden bir gün sonra tekrar trafik yeni oluşmuşken yaptım bu hareketi. sıkılmamıştım, eminim kimseler sıkılmamıştı çünkü daha yeni başlamıştı trafik. fakat aynı heksadı yaptığımda aynı tepkiyi aldım. arkadaki arabalarda hemen ayak uydurdu. ne ara bir metrelik, iki metrelik, 30 santimetrelik boşluk oluşsa önümdeki ile o boşluğu hemen doldurdum ve arkamdakileri izledim. inanılmazdı, toplumsal altyapıya ulaşmıştım. herkes bu hareketi yapıyordu. hayatımın gayesi kendi ayağı ile gelmişti. şok olmuştum. artık herkese açıklamalıydım bunu (eh açıklıyorsun niye belirtiyorsun diyebilirsiniz, unutmayınız arkada kamera olsa film olacak demiştim başta, karakterlerin kendi kendine konuşması gibi bir şey bu). bu fikrimi hemen kız arkadaşıma açtım. kendisinden inanılmaz tepkiler bekliyordum. mesela bu anlamı bulduğum için bambaşka biri olduğumu, sonsuzluğa ulaşacağımı, soyadımı taşımaktan sonsuz mutluluk duyacağını beklerdim. hayır efendim film tadında dedik diye gelmiştim bu gaza. hiç de düşündüğüm gibi olmadı. kendisi 'orası benim anlamında o, diğer arabalar yanaşmasın diye' dedi. bütün hayallerim yıkılmıştı. bu böyle olmamalıydı. hayata dair bütün inancımı kaybetmiştim. arkadaki kamerayı da bu hüsran üzerine çekmişlerdi. çok yalvardım fakat götürdüler. yataklara düşmek üzereydim. fakat o an ilahi bir ses (ki kendisi kız arkadaşımın sesi oluyor) 'ama güzel yaklaşmışsın, devam et kontrollü deneylerine' dedi. evet aradığım çağrı buydu, bu ses gelirken baktım kamerayı tekrar koymuşlar arkaya. adamlar yakalayacakları sahneyi biliyorlar.

velhasıl kelam, aracınız ile ilerlerken, önünüzdeki araçta bu deneyi yapan birileri (ben) olabilir, bir metrelik boşluklar oluşunca hevesle aynadan 'gelecek, gelecek, gelecek' diyebilirim. beni bozun. deneydeki standart sapmayı bulmalıyım çünkü. bütün insanlar aynı olamaz, olmamalı.

bütün genellemeler yanlıştır.

(daydream in blue un girişi gonna fly now (rocky soundtrack) a ne çok benziyormuş)

bütün genellemeler yanlıştır

aslında ders çalışmam lazımken gelip blog a bir şeyler yazmak daha çekici geldi. kime gelmez ki değil mi zaten. herkesin yolu ders çalışırken yakınlarında ise bilgisayarı bir yerlere düşer. kimimiz sözlüklerde, kimimiz blog larda, kimimiz internette site site gezinir (niyet okuyucuya bırakıldı), kimimiz twitter da 'şu an sıçıyorum ve her biri ayrı renk ve şekilde biliyor musuaaan' şeklinde geçirir zamanını. zamanımız paylaşmanın güzelliğini öven fakat çoğusu hiç paylaşmayan, yaşamayan insanlarla dolu. binlerce kendini tanıma, paylaşalım güzelleşelim, 'sonsuz huzura bokumu bile satarak ulaştım, çok mutluyum' diyen ama plazalarda, lüks evlerde, barlarda zamanını geçiren, paylaşan fakat yaşamayan insanlar.

ders çalışıyordum da hocaların anfide şu haykırışları kulağımda tekrarladı. 'biz öğrenciyken hede hödö hoca vardı, çok disiplinliydi, anamız ağladı, siz şanslısınız biz onlar gibi değiliz'. bir de olsaydın. sanki sen sövmedin hocanın arkasından. ders çalışırken kendisi ile yakın münasebet kurmadın hiç değil mi. yok efendim çok disiplinliydik, her satırı ezberlerdik. öğrenciydik sonuçta ve herkes aynı şeyi arzulardı. hocalarda bu yüzden bana yaşayan ama paylaşmayan gelir. siz de öğrenciydiniz, kopya çekme gereği hissettiniz, çalışmadınız, yeri geldi sevgilinizle sabahladınız, yeri geldi ayrıldığınız için sabahlara kadar içip 'mektup yazacağım' (o zaman cep telefonu yoktu tabi) (dönemin koşullarında değerlendirme aksiyonu aktif) demediniz. mütemadiyen ders çalıştınız. hocalara saygılı duruşunuzu bozmadınız. yok efendim inanmıyorum size ben, android olsaydınız, her birinizi sınıfa girdiğinde 'bakın çocuklar kolumu kesiyorum ve kan akmıyor hahaha' deseydi belki inanırdım. o zaman bile şüphe duyardım, 'yağını hiç mi değiştirmemiş hacı' derdim yanımdakine.

neyse efendim bu saçma sapan konu atlamalardan ziyade asıl konudan sapmış durumdayım. paylaşan ama yaşamayan, yaşayan ama paylaşmayan insanlardan ziyade, ne yaşayan ne paylaşan insanlar vardır ki biz onlara fotoğraf çekmeyen japon turist diyoruz. yok böyle bir şey yani. insan prematüre doğup, iki ayını küvözde geçirse bile yaşanmışlığı vardır. ne zaman ki babamızın spermi havada salvolar atarak, erotik müzikler eşliğinde, kuyruğunu binbir şekilde hareket ettirip diğer spermlere hava atıp öne geçiyor ve birleşme gerçekleşiyor, heh işte o zamandan sonra yaşanmışlıklar başlıyor.

hem paylaşan, hem yaşayan insanlar vardır eh tabi ki. insanlar üçe ayrılır diyen halt etmiş, ettiği yetmemiş iki şey söyleyip dünyada şu atasözünün çıkmasını sağlamış. 'delinin biri kuyuya bir taş atmış, bin akıllı çıkaramamış'. dördüncü tip insanlar buldunuz mu sarılın yapışın onlara, sımsıkı tutun bırakmayın. 'bir prototip var mı birader bu kadar yazı yazdın gözümüzle okurken başka yerinle münasebete girdik, fotoğraf ver, yazılar kurbağa olmuş' diyorsanız fotoğraf veremesem de (kıskanırım) bir prototip veririm. düşündüm de prototip de veremem ama diğer tipler için verebilirim. aslında şu tiplerden birine ıssız adam da oynayan adamın film görüntüsünü verip bütün herkesi blog a çekebilirdim ama yapmıyorum. aynen 'otumu bokumu sattım, hepsiyle kitap yazdım sonra daha çok kazandım plazada hatunlarlayım, siz takılın oralarda diyenler' gibi.

bütün genellemeler yanlıştır.

(yine de veriyorum ıssız adamı bilinç altlarına)

14 Haziran 2009 Pazar

domates suyu



bir arkadaşım 'hayalim buraya gitmek' demişti de hor görmüştüm. 'peh açsın gidip yemek ye geçer' demiştim. ilerde hasta tedavi edeceğimden, ne biçim yaklaşımım olduğundan bahsetti. virüs bulaştı, hacklediler beni diyip kapattım msn i.

şu saatte düşünüyorum da, hali hazırda sınavlar da yaklaşmışken, ne güzel olurdu buraya gitmek. ekmek elden su gölden. göllü bir resim de yollamıştı ama pek beğenmediğimden koymadım. göl ne ki. balık yok içinde. balık olmayan yiyecek gölü olur mu hiç. vejeteryandı galiba.

şimdi düşündüm de evde tek başına, kimse yokken, buzdolabı 8-10 adım uzaklıkta iken böyle bir yerde olmak ne güzel olurdu. domates suyu içmek için uçağa binmek zorunda kalmazdım (her gün uçağa binerim ben sabahları ki domates suyu içeyim) (yoksa uyanamam). ayrıca peynirden olduğunu düşündüğüm sandalyeyi bile yerdim. tuvaleti olduğundan şüpheliyim ki bu kadar güzellğin içinde büyük tuvaletini (afedersiniz) (söyledikten sonra af dilemek ne acayip) yapamaz zaten. şimdi daha da ilginçleşti zaten. yiyiyor ve tuvaletinizi yapmıyorsunuz. hayao miyazaki animesi gibi bir hayatınız var kısaca.

şu sınav haftası öncesi ne güzel olurdu, domates suyu.

un kurabiyesi nin hikayesine giriş

henüz yararları ve varlığı, sahte kimlik taşıyan insanlar ve güçlü istihbarat teşkilatlarınca saklansa da bir gün elbet açığa çıkacak olan, kutsal, insanların yiyecek diye tabir ettikleri fakat bir yiyecekten fazlası olan bir madde.

ilk yediğim anlarda ben de herhangi bir şey gibi algıladım bu yiyeceği demek isterdim ve aslında herkes bunu böyle beklerdi biliyorum ama hayır böyle olmadı. filmlerdeki gibi oldu hemen farkettim değişik bir aksiyonu olduğunu.

bir film tadındaki bu yaklaşımım un kurabiyesinin de dikkatini çekmiş olacak ki dile geldi adeta. aslında şöyle dile geldi diyebiliriz. un kurabiyesi nörotransmitterler aracılığıyla aslında varoluşunu, amacını, değerini, insanların yozlaşmasını anlattı.

başta yadırgadım dememi beklerdim elbette ama yadırgamadım. ne de olsa film tadında anlamıştım aksiyonunu ve bunu da yadırgamadım elbette.

un kurabiyesine gelince o çoktan nörotransmitterler aracılığı ile beynimle iletişime geçmişti. aslında bigbang i oluşturan gücün kendisi olduğunu, yanlışlıkla çarpmasa hiç bir patlama gerçekleşmeyeceğini ekledi. kendisi dünyaya ilk düşüşünde insanların tekerlek yapmayı nasıl öğrendiğini anlattı. insanlık tarihine tanık oldum sayesinde. inanılmazdı. insanlık tarihindeki en büyük buluş diye bir sürü gündem vardır, ben de okudukça 'harbiden ne büyük buluş ama ateş abi ateş olmasa nice olurduk' der dururdum. bazen de ortamın gazına gelip 'olur mu abi futbol topudur' demişliğim de vardır (aslında mantıklı geldi, ortama girip gaza geleyim). fakat gelin görün ki un kurabiyesinin anlattıkları sonrası hiç de öyle olmadığını, dünyanın bambaşka olduğunu anladım.

herkes 'bigbang', 'evren genişliyor', 'oglum her şey tamam da başlatan güç ne nanik' yaparken ben güldüm. un kurabiyesini ve hikayesini sakladım. gelin görün ki artık tüm dünyanın bunu duyması için varoluşsal zaman gelmiştir. çağımız ne bilim, ne teknoloji, ne bilgisayar, ne microsoft, ne de uzay üssü tuvaleti çağıdır (ayrıca death note u yapanlara da nanik çekiyorum, geç kaldınız). çağımız un kurabiyesi çağıdır.

artık zamanı gelmiştir.

noradrenalin nörotransmitterlerim bildirdi.

ilk yazı

ilk yazı saçmalanması gereken bir şey gibi göründü. aslında fanzim gibi bir şey çıkarıp bu hezeyenlarımı giderebilirdim ama onun baskı parası çok görünüyor. aslında bir arkadaşım çıkarıyor onunkine yamanmayı düşündüm ama emeğini saçma sapan yazılarla bozmasını istemedim. velhasıl kelam gel gör ki blogspot açınca adam olunmuyormuş (daha ilk günden tespitlerime başladım). sözlükten (o kadar sözlük var ama ekşi hala sözlük) özenip geldiğim blogspotumun ilk yazısı da sözlükte saçmaladığım onca yazı gibi olsun istedim. merhaba blog, engin deniz, sonsuz derya, anlatım bozukluğu, ben.